(Talan, yağma, vurgun ve güç devşirme)
Türkiye’de belediyeler yönetimi, (yerel yönetimler) merkezi yönetime kıyasla farklılık arz etse de; öz itibarıyla yönetme anlayışları birbirine çok benzemektedir. Özellikle merkezi yönetim ve organları (hükümet, askeri yönetim vb.) her zaman, belediye başkanları seçiminde belirleyici rol oynamışlardır. Bunun bir çok örnekleri ve uygulamaları her zaman olmuştur. Sıkıyönetim dönemlerinde büyük kent belediyelerin, sıkıyönetim paşalarınca yönetilmesi. Yine merkezi yönetimin içişleri bakanları, vali ve kaymakamların, istemediği belediye başkanlarını görevden aldıklarını; görevden alınan belediye yönetimlerinin yerine, o kent halkının iradesi hiçe sayılarak, vali, kaymakam veya askeri şahısların bu görevlere (kayyum) atandığını biliyoruz.
Bu örnekleri belirtmemin nedeni, bizdeki yerel yönetimlerin merkezi yönetimin vesayeti altında olduğunu göstermek ve hatırlatmaktır. Çünkü bir kaç ay sonra ülkemizde yerel yönetimlerin seçimi yapılacaktır. Daha şimdiden merkezi yönetimin ve onun muhalefetinin, bu yerel seçimlerde ne kadar belirleyici rol oynayacakları, ortaya çıkan görüntü ve müdahalelerden görmekteyiz.
Türkiye’nin her kenti, kasabası, beldesi, kendi özgül koşullarına uygun olarak; üretim ve ulaşım sektörünü de kapsayacak altyapı hizmetlerinin bütününü, hayata geçirecek yerel yöneticilerini belirleme ve seçme iradesine sahip olmaları gerekiyor. Yöre halkı, demokratik seçim yöntemiyle işbaşına getirdiği yerel yöneticilerini, merkezi yönetimle işbirliği yapma imkanını vermeyecektir. Ayrıca yerel yöneticilerini denetleme ve kontrol etme yetkisini de sahip olacaklardır.
1980 Askeri Darbesiyle birlikte, uygulamaya konulan yeni ekonomik (ne liberal) politikalarla, Türkiye ekonomisi tahrip edilip yağmalanırken. Merkezi yönetim (özellikle bugünkü iktidar) büyük kentlerimizde, seçilmesinde rol oynadıkları yerel yöneticiler aracılığıyla; kentsel dönüşüm adı altında, plansız ve devasa inşaat sektörünü geliştirerek, bu yolla büyük sermaye kaynaklarını elde ettiklerini hepimiz biliyoruz.
Yerel yönetimler aracılığıyla yaratılan bu vurguncu sermaye; merkezi yönetimi ekonomik olarak palazlandırıp büyütmüştür. Bu rekabetsiz büyüme, maalesef Türkiye’nin en vurguncu, en saldırgan ve en gerici muhafazakar/dinci burjuva kliğini doğurmuştur. Bu klik, bugün merkezi yönetimi ele geçirip, çeşitli seçim hile ve oyunlarıyla yirmi iki yıldır iktidarını sürdürmeye çalışarak, oligarşik bir idari yapıya dönüşmüştür.
Bu durum, 7. yüzyılda, Muaviye ile Hz. Muhammed’in aile yakınları arasındaki kavgayı anımsatıyor. Kabe’nin zenginliğini paylaşamayan bu iki ailenin fertleri arasındaki çatışma, Muaviye’nin üstünlüğüyle sonuçlanmış ve Hz. Muhammed’in yakınları katliamdan geçirilmiştir. Halifeliği çeşitli hile ve entrikalarla ele geçiren Muaviye ve aile yakınları, Emevi İmparatorluğuna kadar yükselerek, 89 yıl egemenliğini sürdürmüşlerdir. Bu egemenlik saltanatı altında, İslam dininde meydana getirdikleri yozlaşma kültürünü, bütün İslam toplumlarına yayarak, İslam dinini siyasetlerinin birer aracı haline getirmişlerdir. Hala bu çağda, İslam toplumlarının geri kalmasının nedenleri arasında bu kötülük yatar. Bugünde ülkemiz yöneticilerinin, toplumu İslami gelenek ve kurallara göre yönetme hevesleri altında, Emevi kültürünün etkilerinin olduğunu söylemek mümkün.
Konumuzdan uzaklaşmadan, tekrar ülkemizdeki merkezi yönetim ile kent yöneticileri arasındaki işbirliğine dönecek olursak: İstanbul’un 2000 yılında şehir büyüklüğü 2800 km2 iken; bugün bu büyüklük 5 bin 460 km2’ye çıkmıştır. Yani İstanbul iki katı kadar büyümüş yada büyütülmüştür. Bu çarpık ve plansız büyüme, bu kentte oturan vatandaşlara bir kazanç sağlamış mıdır?
*Bu büyümenin içinde, yeniden kurulmuş ve istihdam sağlayan ve artı değer yaratan sanayi işletmeleri yok.
*Kent ulaşımında, deniz ulaşımı da dahil, metro ve toplu taşıma araçlarıyla toplumun ulaşım hizmetleri karşılanmış değildir.
*Bu büyümenin yarattığı artı değerden kent insanının refahında bir rahatlık sağlanmış değil. *Kentin tarihsel varlıkları, park ve bahçeleri ve ormanlık alanları, sanat merkezleri, müzeleri korunup daha da geliştirmiş midir? Hayır maalesef hiç birine evet demek mümkün değil.
Peki bu büyümeden kimler yararlanmış? Bu büyümenin içinde devasa bir inşaat sektörünü görüyoruz. İstanbul’un çeperlerinde bulunan, özellikle Avrupa yakasında Sultangazi, Esenler, Bağcılar, K. Çekmece, Avcılar, Esenyurt ve B. Çekmece’nin bir kısmı da dahil olmak üzere; düz bir çizgi çekersek eğer; bu çizginin kuzeyinde kalan büyük tarım arazileri ve köylerin olduğunu biliyoruz. Bu yerlerde tarımsal faaliyetler ve kısmen hayvancılık vardı. Bu bölge insanların besledikleri hayvanların ve yetiştirdikleri tarımsal ürünlerini, bazı semt pazarlarında bulmak mümkündü. Aynı büyümeyi Anadolu yakasında da görmek mümkün. Ataşehir, Çekmeköy, Sancaktepe, (Sarıgazi-Samandıra) Sultanbeyli ve Gebze’ye kadar uzanan alanlar yapılaşmaya açılarak betonlaştırıldı.
İstanbul’un her iki yakasındaki mera ve arazilerin hepsi, belediye yönetimi ile merkezi yönetim işbirliği sonucu, imar değişikliği yapılarak, inşaat şirketleri ve müteahhitlere ucuza satıldı veya kat karşılığı verildi. Bu araziler üzerine plansız ve ölçeksiz büyük gökdelenli siteler, rezidans kuleler ve konut binaları adı altında şehir tamamen betona gömülerek yağmalandı.
Bu olumsuz manzaraları ülkemizin bütün kentlerinde görmek mümkün. Mesela Ankara’nın iki ayrı yeşil alanı olan, Gençlik Parkı ile Atatürk Orman Çiftliği, Ankara halkının dinlenebildiği ve eğlendiği mekanlardı. Bu her iki yerinde imara açılmasıyla; Osmanlıya özenen bugünkü merkezi yönetim, buraya “Cumhurbaşkanlığı Külliyesi/Sarayı” adı altında devasa yapılar yaparak, bu her iki yeşil alanı ve Ankara’nın bir çok alanını beton yığınına dönüştürdüler. Bu sarayda oturanlar aklını betonla yiyerek, hem Türkiye’yi yönettiler hem de yağmaladılar.
Sayıştay raporuna göre: “Cumhurbaşkanlığı’nın günlük masrafları %52,7 arttı; Sarayın günlük masrafı 15 milyon lirayı aştı” deniliyor. (sarayın 2024 yılı günlük harcaması 33.6 TL olmuş) Ayrıca harcama kalemlerinin raporda gizlendiğini ifade ediliyor. Halkın %80’nin yoksullaştığı ve asgari ücretin (17 bin TL.) normal ücret haline geldiği bu ülkede; şair T. Fikret’in şiirinde söylediği gibi: “Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin. / Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin!”
Görüyoruz ki bu betonlaşma, bir planlama dahilinde, kentin ve insanların ihtiyaçlarını karşılamak için değil! Bu tamamen inşaat sektörü aracılığıyla bir sermaye birikimini yaratma amacına dönüktü. Bugünkü merkezi yönetim, kentlerin yağmalanmasıyla yetinmeyerek; ülkemizin ormanlık alanlarını, narenciye ve zeytinlik bahçelerini, tarım arazilerini, korunması gereken sit alanlarını ve tarihi değerlerin hepsini, himayesinde beslediği müteahhitlerin (“beşli çete”) yağmasına bırakarak, memleketin bütün zenginliklerini, yerüstü ve yeraltı doğal kaynaklarını fütursuzca yağmalayarak elde ettikleri servetle sermayelerini büyüttüler.
Haksız ve rekabetsiz bir şekilde, elde ettikleri bu sermaye gücünün etkisiyledir ki, merkezi yönetim yirmi iki yıldır Emevi siyasetinde olduğu gibi, çeşitli hile, entrika ve baskı yöntemleriyle, iktidarını sürdürmeye devam ediyor. Görünürde var olan, ama hiçbir etkinliği olmayan ana muhalefetin sergilediği eyyamcı tutumuyla! bugünkü iktidarın ömrünü uzatıyor. Gerçek muhalefet eden kişi ve kurumların yetkilileri ise, yıllardır hukuksuz bir şekilde cezaevlerinde rehin olarak tutuluyorlar.
Bu umutsuzluk yaratan kötü tablonun değişmesi gerekiyor. Ülkemizde birkaç ay sonra yerel seçimler yapılacak. Bu yerel seçimlerde seçmen olarak bizlerin, kurum olarak partilerin, sendikaların, meslek örgütlerinin, çevreci kuruluşların ve bir bütün olarak bu kötülükten zarar gören herkesin bir araya gelerek bir muhalefet gücünü (demokrasi cephesi) oluşturmaları gerekiyor.
Özellikle büyük kentlerimizde, yukarıda anlatmaya çalıştığım kent yağmacılığını önleyecek nitelikli adayların ön seçimle belirlenmeleri çok önemlidir. Halkın ön seçimle adaylarını belirlemeleri, demokrasinin gereği olarak görülmelidir. Yok eğer adaylar ön seçim yerine, yöneticiler tarafından belirlenirse, eski tas, eski hamam bu kent yağmacılığı devam edecek demektir.
HEDEP, (DEM) adaylarını ön seçimle belirlerken, ana muhalefet partisinin (CHP) bu demokratik seçim yöntemini uygulamadığını görüyoruz. İBB başkanının, parti merkezini de aşan bir tutumla, İstanbul’un bütün ilçe belediye başkan adaylarını belirlediğini görüyoruz. Hatta bununla da yetinmeyerek, başka kentlerin belediye adaylarını da belirleme cüretinde bulunabiliyor.
İmamoğlu’nun bu tutum ve tavrı, bugünkü “Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sisteminin” oluşmasını sağlayan stratejinin bir versiyonudur. Milliyetçi çıkışlarıyla bildiğimiz İmamoğlu, kendi hayallerini gerçekleştirmek için, bu yerel seçimleri basamak olarak kullanacağı görüntüsünü veriyor. Bu durum, hem ana muhalefet partisi için, hem de ülkenin geleceği için milliyetçiliği besleyip büyüten bir tehlikeyle dönüşebilir.
Bizim “Komünist Başkan”dan söz etmeden geçmek olmaz. 1980 Askeri Faşist Darbesi’nin ilerici-devrimci kamuoyu üzerinde yarattığı tahribat büyüktür. Uzun yıllardır Türkiye’de toplum baskılanmış ve susturulmuştur. Anadolu’nun küçük bir kasabasında belediye başkanlığına bir Komünist Başkan’ın seçilmesi, sadece o beldede değil, Türkiye’nin ilerici ve demokrat kamuoyunda bile büyük bir sevinç ve umut yaratmıştı. Komünist Başkan, bu umudu büyütüp, bozkırı bir yerinden tutuşturabilir beklentisini boşa çıkardı. Popüler olmayı sevdi ve o yolda yürüyerek, kendisine büyük sempati duyan kesimleri hayal kırıklığına uğrattı maalesef!