‘Gaban de Ju Çe Xawaçur’: “Tarihimiz 38’den ibaret değil”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Eyüp Hanoğlu

“Romanda kirletilmemiş bir Dersim sürecine uzanmaya çalıştım. Çünkü sömürge sistemi başladığında, bu toplumun içindeki bütün bu hakikat, kendilerine ait, düzgün, gerçekten çok değerli itikat ve inançları ile kendi içinde oluşturduğu hukuksal sistem ve pir-rayber ilişkisi, bütün bunlar tamamen kirletildi”

Hüseyin Ayrılmaz‘ın ikinci kitabı ‘Gaban de Ju Çe Xawaçur‘, Kırmancki’nin ruhu ve kadim anlatım diliyle roman olarak Dam Yayınları’ndan çıktı.

Dersim’in belleğini taşıyan kişilerle yaptığı görüşmeler, sohbetler ve tartışmalardan vardığı sonuçları makaleleri ile ilgilerine taşıdığı ilk kitabı ‘Balişna Kırmanciyê – Dersim Yazıları’ndan sonra ikinci kitabının da daha dokümanter anlatı ve belgelerden oluşmasını bekliyorduk ama böyle olmadı. Ayrılmaz, ikinci kitabında, okuruna Kırmancki bir romanla geri döndü. Biz de bununla ilgili bir sohbet gerçekleştirdik.

“BUNLAR ÇAPULCU, HIRSIZ YAKLAŞIMI HALA BELLİ BİR KESİMDE VARLIĞINI SÜRDÜRÜYOR”

Daha çok bir dönemi anlatma ve belgeleme kaygısı taşıyan ilk kitabı ‘Balişna Kırmanciyê-Dersim Yazıları’nı şöyle anlatıyor:

“Balişna Kırmanciyê, uzun yıllar Dersim’de yaptığım sözlü tarih çalışması, tanıkları dinlemem ve o dinlemelerin bende yarattığı duyguları dile getirme noktasında bir uğraş içerisine girdim. Tabii ki benim dışımda yazanlar, çizenler var, 38’le ilgili hayli kaynak çıktı. Ama ben buna rağmen kendimden doğru bir katkı sunmak istedim. Çünkü 38 hala yüreğimizi sızlatan bir acı. Ve bir toplumun tarihindeki soykırım belleğinin unutulmaması gerektiğini düşündüğüm için böyle bir çalışma yapma ihtiyacı duydum.

İkincisi, Dersim tarihini, evet son otuz-kırk yıldır Dersimliler bir şekliyle yazıp çiziyor, epey kaynak çıktı ama ondan önce oluşan bir bellek, bir hafıza var ve buna dair devlet eliyle, ‘çapulcular yurdu, bunlar eşkıya, hırsız’ mealinde değerlendirmeler de hala belli bir kesimin içinde varlığını sürdürüyor. Ona karşıt olarak, hakikatin böyle olmadığını, hakikatin bu toplumun yaşamıyla direkt ilintili olduğunu, aslında hem öldürme hem onun tarihini kendine göre yeniden yazma noktasında yalanla dolu bir tarih üretildiğini ortaya çıkarmak için bu tür yayınlara ihtiyaç var. Benim kitabım da okyanusta bir damla olarak bu sürece katkı sunuyor.”

“KİRLETİLMEMİŞ BİR DERSİM SÜRECİNE UZANMAYA ÇALIŞTIM”

İkinci kitabı ‘Gaban de Ju Çe Xawaçur’la ilgili olarak, kendisini Kırmancki yazmaya iten esas motivasyonun dil ve kültür kaygısı ile ilgili olduğunu belirten Ayrılmaz, bu kaygısını şu şekilde dile getiriyor:

“Beni bu sürece iten aslında dil, kültür çünkü tarihimiz elbette ki 38’den ibaret değil. Dolayısıyla bu toplumun kültürel damarlarında biraz eskiye gitmek gerekiyordu. Bir toplum, ancak dili ve kültürü üzerinden tanımlanabilir. Yarın bu toplumla ilgili cümle kuracak tarihçiler, araştırmacılar ve sosyologların, bu toplumun tanımını yaparken mutlak suretle onun dili üzerinden bir iz sürmeleri gerekiyor. Ben kirletilmemiş bir Dersim sürecine uzanmaya çalıştım. Kirlenmeden kastım sömürge öncesi Dersim’dir. Bu toplumun hakikati neydi? Bu toplumun kültürel değeri neydi? Bu toplum nasıl yüz yıllar boyu barış içinde, bir arada yaşadı. Bunda etken olan değerler neydi, oraya varmak istedim. Çünkü sömürge sistemi başladığında, bu toplumun içindeki bütün bu hakikat, kendilerine ait, düzgün, gerçekten çok değerli itikat ve inançları ile kendi içinde oluşturduğu hukuksal sistemi ve pir-rayber ilişkisi, bütün bunlar tamamen kirletildi.”

“GEÇMİŞTE NASIL BİR HAYAT VARDI, ONU İŞLEMEYE ÇALIŞTIM”

Romanda nasıl bir hikâye anlattığını ve bu hikayenin Dersim’in hangi dönemine tekabül ettiğini sorduğumuzda da şu cevabı veriyor Ayrılmaz:

“’Gaban de Ju Çe, ‘vadide bir ev’ anlamını taşıyor. Xawaçur denilen bölge de bir vadidir aslında, bir köy ismi değil, bir bölge adıdır. Ben çocukken Xawaçur’un girişinde, vadinin içinde tek başına yalnız bir ev vardı. ‘Gaban de Ju Çe’, ‘Vadide bir ev’ hikayesinde biraz o ev beni yönlendirdi, oradan yola çıkarak yazdım. 94’lerde köyler yakılırken o ev de yakıldı. Ama sağ olsun sahipleri geldiler ve yine bir ev yaptılar oraya. O ev kuş bakışı Xawaçur suyuna bakar. O evin etrafında dönen günlük yaşamı, doğayla ilişkilerini doğaya verdikleri ikrar üzerinden tarif etme ve doğa betimlemelerinin yanında, onların yabanıl hayvanlardan ağaçlara kadar doğayla olan ilişkilerini kapsıyor roman.

İçinde biraz itikat var. Birini yola çıkarıyorum. Bir yerlere götürüyorum, gezdiriyorum evin sahibi Xelil Ağa’yı. Ama onun dışında hem itikat hem çevreyle olan ilişkiler ve biraz da aşk öyküsü var hikâyede. Aslında dersen ki kendinden ne yarattın? Hayır, kendimden bir şey yaratmadım. Biraz betimlemeleri işin içinden çıkarırsan o bölgede bunlar geçmişte zaten yaşanmış şeyler. Ben o geçmişe gitmek istedim. O tarihte insan ilişkilerinin, doğayla, hayvanlarla, çevreyle olan ilişkilerinin nasıl olduğunu hikâyede işlemeye çalıştım.”

“İNANÇSAL DÜNYALARINDA İKTİDAR YOKTU AMA BÜTÜN İKTİDARLARIN HEDEFİ OLDULAR”

Romanda, toplumsal yapının henüz bugünkü kadar deforme olmadığı, asimilasyona uğramadığı, hayatın kendi doğal akışında aktığı bir Dersim acaba nasıl olurdu, sorusunun yanıtını arıyor Hüseyin Ayrılmaz. Bu arayış, kitabı okurken de fark ediliyor. Kitap aslında bizi belli bir zaman diliminde, bir sinema filminin içinde dolaştırıyor. Bu kurgu, bu anlatım tarzının nereden geldiğini merak ediyor insan. Çocuk anılarından mı, geçmişe dair anlatılardan mı geliyor ya da suflesini nerden alıyor diye soruyorum, o anlatıyor:

“Derdim şuydu. Öncelikle onu söylemeliyim. Bu dil üzerinden kendi yol erkanımı, duyduklarımı halkımın inançsal dünyasındaki yüzyıllara dayalı bu köklü kültürün bende yarattığı birikimleri iyi biliyordum az çok. Çünkü çocukken, diyelim ki Hızır orucunda bütün köy bir evde toplanırdı. Bu bir ay devam ederdi. Her akşam kitap okunurdu ya da masal anlatımları yapılırdı. Bütün bu masal anlatımlarında biz çocuktuk ama bütün bunlar hafızamızda o kadar yer edindi ki, daha sonra bizim kitaplarla buluşmamıza vesile oldular. Sonra kendi tarihsel izdüşümümüzün arayışına girdik. Orada biraz hakikati gördüm. Orada insanlığı gördüm. Onların kendi inançsal dünyalarında bir iktidar görmedim ve bir iktidar görmediğim için bütün iktidarlar tarafından düşman bellenerek üzerlerine gelindiğini gördüm. Bu da bizde değişik duygular yarattı ve kendi tarihimizi, kültürümüzü, değerlerimizi günümüz gençliğine, dilimizin döndüğünce öncelikle ana dilimizle anlatma kaygısı beni itti bu sürece.”

“YAZARKEN ANAMIN DİLİNİ KULLANDIM”

Hemen belirtmeliyim, romanda dili çok güzel kullanmış Ayrılmaz ve anlatılar çok güzel dile gelmiş. Yıllardır dilimizde olan ürünleri okumaya çalışan bir insan olarak fark ediyorum. Çok orijinal bir Kırmancki kullanımı var. Bugün dilin teknikleşmesiyle birlikte aslında o içindeki ruh, duygu biraz daha kayboluyor aslında. Kırmancki romanlarda da görüyoruz bunu, hikâye ve anlatılarda da. Fakat ‘Gaban de Ju Çe Xawaçur’ çok orijinal. Anadilimizin de giderek asimile olduğunu söyleyip duruyoruz ya.  İşte bence romanın sadece hikayesinde değil, Kırmancki’nin de asimile ya da deforme olmadan önceki hali var kitabın anlatımında. Diyelim ki 150 yıl öncesini anlatıyorsa, aynen dilin de o zamanki kendi doğasında, akarında bir akışı var bu çok değerli şüphesiz. Bunu nasıl yakaladığını merak ediyorum. İkinci olarak da dilde ısrar, sanırım böyle bir çabası olduğunu düşünüyorum Ayrılmaz’ın ve bu konudaki fikirlerini almak istiyorum ama o mütevazı yanıtlarına devam ediyor;

“Öncelikle şunu söyleyeyim. Ben yazarken annemin dilini kullandım hiçbir kaygıya düşmedim. Yani bu toplum bu dili nasıl kullanıyordu, esprilerini nasıl dile getiriyordu, ‘ciraniye’ yani komşuluk ile olan ilişkilerini nasıl sürdürüyordu? Sadece oradaki samimiyeti ve sıcaklığı arıyordum. Şöyle bir kaygım olmadı. İşte Zazaca ya da Kırmancki edebiyatında, kim ne der ya da böyle bir cümle niye kurulmuş kaygılarım hiç olmadı. Anamın dilini esas aldım ve onun üzerinden cümle kurmaya başladım. Bana göre de öyle, şu ana kadar aldığım tepkiler de öyle. İnsanlar çok sıcak buluyor ve ben doğru yaptığımı düşünüyorum.”

“KİMİN DAĞARCIĞINDA NE VARSA BUNLARIN YAZILI HALE GELMESİ GEREKİYOR”

“İkincisi, günlerdir tanıyanlar, dostlarım, arkadaşlarım soruyorlar. Neden Türkçe yazmadın da Kırmancki yaztın diye. Bir dil yok oluyor. Bu, bir insanın dağarcığında ne varsa, bu dile dair kurabileceği cümleler kaçtır, sayısı nedir bilmem ama bütün bunların yazılı hale gelmesi gerekiyor. Bu dilin kalabilmesi ve sonraki kuşaklara aktarılması için. Çünkü biz bugün bu yazım notlarını düşerken zorlanıyoruz, belli kelimeleri izah etmede hakikaten çok zorlanıyoruz. Neden? Çünkü bizler de dilimizi unutmuşuz. Çok dar sınırlar içerisinde ancak cümleler bulabiliyor ve manalaştırabiliyoruz. Zorlanıyoruz. Geç kaldık, geç kalmakla birlikte dilimizde tarihe not düşme adına bu dile yarın öbür gün çok faydalı olabilecek bu tür eserlerin çıkması gerekiyor.

Zira sömürgeciler bu halkı katlederken diliyle, kültürüyle ilgili bir tarih de verdiler. Yani ne kadar zaman içerisinde bu dil, bu toplum tarafından unutulur ve bu itikadından uzaklaşır, İslami çizgiye gelir. Bütün bunlar periyotla süreçlere bağlandı. Bunu bilen bizler o zaman tarihe müdahale edeceğiz ve öncelikle dilimizle başlayacağız. Sanat, edebiyat, kültür, tarih eğer yarına aktarılmak isteniyorsa bunun tek bir önemi var, o da Kırmancki’de ve kendi ana dilinde yazmaktır. İster yüz ister iki yüz kişi okusun, okuma kaygısı olmamalı diye düşünüyorum. Ben de bu duyguyu taşımıyorum. Ama ileride bu dostlarımın ikazlarını göz önünde bulundurarak belki Türkçe çevresiyle birlikte de bir iki yıl sonra yayınlamayı düşünüyorum.”

“EĞER O DİL OLMASAYDI SEN ÖVÜNÜLECEK BİR ŞEY BULAMAZDIN”

Hüseyin Ayrılmaz bunları söylüyor ama öte yandan kitap tanıtımlarını yayınladığımızda birçok arkadaştan şöyle tepkiler geldi: Biz de okumak istiyoruz, hikâyeyi anlamak istiyoruz, içine girmek istiyoruz ama dilimizi konuşamıyoruz, niye Türkçe yayınlanmıyor. Bu hikayelerin Türkçe anlatılırsa daha çok insana ulaşacağı, Kürtçe ya da Kırmancki anlatımların ise çok sınırlı bir okuyucu kesimiyle baş başa kalındığı anlatılıyor. Buna karşın dili koruma, o dilde ürün verme, onu kayıt altına alma kaygısı olduğunu söylüyoruz. Sevgili Ayrılmaz bu konuda belki birkaç şeyin daha altını çizmek isteyebilir diye sorduğumda şu yanıtı veriyor:

“Bunu söyleyen arkadaşları yadırgamıyorum. Bunu mutlak suretle hakikaten içtenlikle, içeriği bilinen bir dil üzerinden öğrenmek, okumak istediklerinden kuşkum yok ama şu çok kötü. Neden Türkçe yazılmamış? Demek ki biz buralara kadar gelmişiz manasını çıkarıyorum bundan. Oysa mesela şurada bir festival geldi, geçti. Bir sürü arkadaşımız orada konuşuyordu; ‘Ma be xer, xer be sılamet’, sonra ‘özür diliyorum, ben dilimi bilmiyorum.’ Oysa bir-iki yıl çaba sarf etseler, nasıl İngilizceyi, Fransızcayı, Almancayı öğreniyorlarsa bu dili de çok rahat öğrenebilirler aslında. Ama bir yerden başlamak ve biraz zorlamak gerekiyor. Dersim Dersim demenin, onunla övünmenin, onu dünyanda hakikaten bir yere koymanın güzel olduğu kadar, ona esas neden olanın Dersim’in dili olduğu da bilinmelidir. Eğer o dil olmasaydı sen övünecek bir şey de bulamazdın. Dolayısıyla bu bir ya da iki yıl olsa da biraz çaba sarf ederlerse, profesyonelce okumayabilirler ama bu dili öğrenebilirler. Çünkü dağarcıklarında bu var zaten, o dilin tınıları var kulaklarında.”

Bu nokta çok önemli aslında. Çünkü burada Kırmancki yazan insanların motivasyonları bizzat okurları tarafından düşürülüyor. Yani daha çok kişi anlayalım diye insanlar kendi anlayıp anlamamaları üzerinden bakıyorlar meseleye. Bu algıyı kırmak ve belki kendilerini zorlamak daha önemli bir şey.

“O TOPRAĞIN RUHUYLA BÜTÜNLEŞEN SESLERİ TAŞIMAYA ÇALIŞTIM”

Romanda karakterlerin isimleri ilginç. Mesela Gewerê, Goyê gibi çocukluğumuzdan hatırladığımız isimler var ama bugünkü isimlerinin artık Berke Can, Damla Gül haline geldiği bir toplumsal yapı içinde, isimlerin buradan ele alınması da çok değişik olmuş. Bu konuda ne der Ayrılmaz diye sorduğumuzda şunları söylüyor:

“Onları bilerek seçtim. En orijinal isimler; Goye, Gewerê, Zelxê, Xelil Ağa, Kekıl Ağa. Bu isimler gerçekten istedim ki dilin ruhuna uygun olsun, içinde bir başka dilden en ufak bir ses bile olmasın. Dolayısıyla tamamen orijinal toprağına ait ve o toprağın ruhuyla bütünleşen sesleri taşımaya çalıştım, ki öyle olması gerekiyor. Mesela Goyê ve Gewerê isimlerini ben çok seviyorum.”

Kitabı okurken de zaten aynı zamanda dille, hikayeyle bütünleşen isimler. Son olarak bir şey daha sormak istiyorum. Neden Xawaçur? Gördüğü o tek ev, o bölgede Xawaçur Vadisi’nde olduğu için mi bir Xawaçur çağrışımı üzerine gitti, yoksa daha farklı bir karşılığı ya da anlamı da var mı kendisinde?

“Xawaçur çocukluğumda çok sihirli bir bölgeydi. Hani şimdi bozulmuş, hiçbir şey bırakılmamış orada. Ama o ev gerçekten hep ilgimi çekmişti, o tek ev. Sonra o tek ev üzerinden başladım hikâyeye ve sürüklendim, başka bir aleme girdim. Bir baktım ki başka bir şey çıkıyor. Ama Xawaçur’da insan ilişkilerinden tut aşk ilişkilerine kadar geçmiş dönemde üretilen kılamlara kadar her şey bende vardı zaten. Biliyorum az çok. Kendimce çok öncesi süreci harmanlayarak ama biraz da o yazım süreci beni sürükledi. Öyle diyeyim ama Xawaçur hafızamda çok başka bir yer.”

Dildeki anlatıyı, duruluğu, ruhu tekrar hissetme açısından çok değerli bulduğum bir kitabın yazarı ve uzun yıllarımızın Hüseyin abisiyle bu güzel sohbetten sonra cümle kurmak, sözü haddeden geçirmeden sarfetmeyen bir kültürün çocukları için zor ama Fırik Dede’nin şu cümlesine sığınarak bitirebilirim; “Mücevheri tenekeciye satmayın, sarrafını bulursanız verin.”

Dilimize böyle özel bir kitap kazandırdığı için Hüseyin abinin kalemine, yüreğine, ruhuna, dimağına sağlık. Bu dünyaya bir Kırmanc olarak geldiğimize bizi tekrar ve tekrar sevindirdiği ve kendimizi kendimiz olarak hissettirdiği için. Saan Ağa’dan beri bildiğimiz o tılsıma, o ruha minnetle.

‘Gaban de Ju Çe Xawaçur’: “Tarihimiz 38’den ibaret değil”
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA