Kızılbaş Kürt inancında mezar taşları kültürü üzerine-1

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İki bölüm halinde yayınlanacak Kızılbaş Kürt inancında mezar taşlarının tarihsel anlamı, bugünü ve gelecekteki durumu anlatılacaktır:

Mezar taşlarının anlam ve önemi

Mezarlık sözcüğü insana soğuk gelir, fakat geçmişin tarihsel-toplumsal aidiyetine ışık tutuğu için önemlidir. Ayrıca mezarlıklar insanın atalarının yatığı yerdir; yani insanın köküdür, geçmişidir, geleceğidir. Ünlü Ermeni gazeteci Hırant Dink bir söyleyişinde: “Evet bu topraklarda gözümüz var, ama korkmayın sırtımıza alıp götürmek için değil, gelip içine girmek içindir.” Toprak, yalnız üstüyle değil, altıyla da vatandır, bunu bize Hırant öğreti, kendisini saygıyla anıyoruz.

Mezar taşlarının ise bir başka önemi var, çünkü onlar, geçmişten günümüze ulaşan birer belge durumundadırlar.

Bilinir ki, göçebe veya yarı göçebe toplumlarda yazı gelişmemiştir, hatta yoktur, ondan olacak ki geriye yazılı belge bırakmamışlardır; Kürtler de, Kızılbaş-Kürtler de geriye yazılı belge bırakmamışlardır; bıraktıkları ise çok azdır. Yazılı belge bırakmadıklarından dolayı biz bu halklar için belgesiz halklar, tarihsiz toplumlar diyemeyiz, her toplum, hatta ilkel toplumlar bile geriye izlerini mutlaka bırakmışlardır, o izler olmasaydı bugün bilim insanları, ilkel toplumlar hakkında nasıl bilgi sahibi olabilirdi ki. Kürtler ’de, arkalarında birer belge niteliğinde olan izler bırakmışlardır. Biz bu izleri nerelerde görebiliyoruz, Bir: mezar taşlarında, İki: halı ve kilim desenlerinde, Üç: ağaç oyma işlerinde… Bu bakımdan mezar taşları birer belge niteliğinde olduğu için çok önemlidir.

Üstünde özellikle duruyorum: Mezarlıklar, bir yeri, bir coğrafyayı, orada yaşayan insan topluluklarının yeri ve yurdu yapar. Orada yaşayan insan topluluklarının geçmişidir, tarihidir ve geleceğidir; onun için ilk saldırıya uğrayan, ilk tahrip edilen yerlerin başında gelir; bunu asla unutmamalıyız.

Kızılbaş mezarlarının gerekliliği

Ünlü tiyatro ve sinema sanatçısı Tuncel Kurtiz, 27 Eylül 2013 yılında öldüğünde vasiyetinde;  “Beni bir Alevi mezarlığına gömün” der. Doğrusu, bir Kızılbaş olarak o güne kadar bir Kızılbaş mezarlığının olup-olmadığı bilmiyordum. İlkin Kiğı’ya bağlı Bılece’de araştırdım,  ulu bir meşe ağacının altındaki mezarlıkların ekseriyetinde başucuna ince uzun bir taş diktiklerini ve yönlerinin de Doğu-Batı ekseninde olduklarını gördüm. Bazı mezar taşlarında ise dünya, ay ve güneş motiflerinin yanı sıra, kılıç, kalkan, çiçek, devridaim gülü vs. benzeri motifler işlenmişti. Bazı mezarlıklarda da başucu ile ayakucu taşları arasında, mezarın üstünde ve yüzü batıya dönük koç heykelleri vardı. Bu koç heykellerin bazıları ince uzun, bazıları da topluca idiler. Bu heykellerin her iki yüzünde güneş, ay ve dünya motifinin yanında yiğitliği simgeleyen kılıç, kama ve kalkan motifleri ile süslüdür, bazıların da ise cura (üç teli saz) motifi ile devri-daim gülünün süsü var, ama hiç birinde ne Türkçe, ne Arapça ne de ki el-Fatiha yazıtları vardı. Bunca işlemeyi yapanlar, bu kadarcık yazı yazmasını bilmiyorlar mıydı? Beli ki bilinçli yazmamışlardı. (Bkz, resim: 1-6)

Kültürler, asırlar boyunca insanoğlunun birikimlerinin üst üste yığılmasıyla oluşur ve gelişir. Kültürler dinamik varlıklardır, sürekli değişirler ve gelişirler. Geçmişi olmayan bir kültür olmadığı gibi köksüz kültürlerde yoktur; bu semavi dinler için de geçerlidir. Bütün semavi dinlerde geçmişin pagan inançlarının izlerini taşır ve eski dinlerin üzerinde yapılanmışlardır; ama kurucuları olan peygamberler bu gerçeği reddederler,  vahiy yoluyla gelen emirleri tebliğ ettiklerinin yalanını uydururlar ve milyonlarca kitleyi de buna inandırıyorlar/inandırmışlardır da.

Kızılbaş Kürt inancı da geçmişin izleri taşır. Bilirsiniz Kızılbaşlıkta ölüm yoktur, devriye vardır, yani sonsuz yaşam vardır: canlı, doğar, ölür ve yeniden doğar. İnançta buna yaşamın sonsuzluğu adı verilmiştir ve devri daim gülüyle sembolize edilir. Devri daim gülü, sonsuz yaşamın sembolüdür, resimlerde de görüldüğü gibi ilk kez Asur krallarının kollarındaki işlemlerde görülür.(Bkz, resim: 7)

Burada kralların ölümsüz olduğu anlatılmaktadır, sonsuz yaşam gülü sadece kollarındaki işlemlerinde değil, el çantası veya masa örtülerinde de işlendiği görülmektedir. Kızılbaş Kürtler, bu motifleri alarak mezar taşlarına işlemişlerdir; ölen yakınlarının anısına saygı gösterisi olarak mezarların etrafını taş duvarlarla çevirmişler ve mezarların üzerine ölümsüzlüğü ve yeniden doğuşu simgeleyen resimler çizmeye başlamışlardır.

Eski Mezopotamya inançlarında yer yani toprak dişidir, güneş erkektir. Güneşin simgesi olan koç veya boğa, erkek üretkenliğinin de simgesi olarak kabul edilir. Bu dönemde doğa yasalarına doğa tanrıları egemendir. Güneşin ve erkeksel gücün simgesi olan koç veya boğa, yeniden doğuşun, verimliliğin ve üretkenliğin simgesi olarak, aynı zamanda baharı da temsil etmektedirler. Doğada her canlı varlık, döngüsel yaşamın gereği olarak, yeniden doğar. Her canlı varlık var kalma veya var olma savaşı verir; bunun için ürer ve çoğalır. Yine her canlı varlık, sonbaharın sonlarına doğru kış uykusuna yatar veya yeraltında tohum olarak varlığını korur. Uzun kış döneminden sonra ilkbaharda toprağın ısınmasıyla birlikte tüm canlı varlıklar yeniden canlanırlar, üreyerek çoğalırlar; yani yaşamın döngüsel döngüsü yeniden başlar. Üremeyi, yani tohumlamayı güneşin simgesi olan koç ve boğa sağlar… Bu ikilinin yanı sıra, aslan ya da kartal da ölümsüzlüğün, yeniden doğuş döngüsünün ve gücün simgeleri olarak varlığını günümüze kadar Kızılbaş toplumlarında, özellikle mezar taşlarında varlığını korumuş ve kutsanmışlar.

Koç, boğa, kartal ve aslan’dan sonra, Kızılbaş/Kürtler, mezar taşlarında hızın, çevikliğin ve yiğitliğin sembolü olarak at figürünü de kullanmışlardır.

Günümüz Ermenistan sınırları içinde kalan Quşak köyünde bulunan ve 10. yüzyıla ait olduğu tespit edilen bir Kürt mezarlığı bulunmaktadır. Mezar taşlarının üzerinde, üzengi ve eyerli atlardan oluşan ve yükseklikleri bir ile iki metre arasında değişeni 20’den fazla mezar taşı bulunmaktadır. Bugün bu köyde, Kuzeyli Kürt (Kurmanci)lehçesini konuşan Êzidi Kürtleri yaşamaktadır. Êzidilik bilindiği gibi melekler kültüne dayalı orijinal bir Kürt inanışıdır; Tek tanrı ile yedi melek inancına dayanmaktadır. Fakat bu mezarlıklar bunlara ait değildir. Mezarlıklar; bu bölgeden başlayarak Kuzeydoğuya doğru neredeyse Kafkasya’daki tüm Kürt coğrafyasını kapsayan Gence ve Laçin gibi şehir merkezlerini de içine alan alanlarda bu tipte mezar taşlarına denk gelinmektedir. 10.-13. yüzyıllara tarihlenen bu mezarların, bir dönem burada büyük egemenlikler kuran Kürt devletlerinin savaşçı özelliğini yansıttığı düşünülmektedir. Örneğin Arran olarak bilinen bu bölgede Şeddadi Kürt devleti 971’den başlayarak 200 yılı aşkın bir egemenlik kurmuş, güneyde Aras ile kuzeyde Kura ırmakları arasında kalan alana yayılarak Divin, Gence, Naxciwan, Berba, Dubeyl ve Beylekan gibi şehirlerde büyük imar faaliyetleri yürütmüş ve kimi kuzeyle halklara kök söktürmüştü.

Örgütlü, savaşçı bir halkın motifi olan at, daha sonraki süreçte yukarıda belirttiğimiz motiflere özellikle, daha barışçıl bir çağrışım yapan koç motifine bırakmıştır.  Bütün bu inançların kökeni animizme yani ilkel insanların inançlarına dayanır.

Animizm nedir?

Animizm, gözleme dayalı “ilkel” insanların inançlarıdır. İlkel dediğimiz ilk insanlar, meraklı insanlardı; doğayı gözlemler, sorular sorar, aldığı cevaba göre de inançlar geliştirirlerdi. Ondan olacak ki, onların bütünlüklü bir evren anlayışları vardı. Hiçbir şeyin yoktan veya hiçlikten var olmayacağını, her şeyin doğarak varlığa geldiğini, var kalma savaşını verdiğini ve geriye neslini garantiledikten sonra öldüğünü gözlemleri sonucundan öğrenmişlerdi. Animizim, üretim öncesi eşitlikçi toplayıcı toplumların inancıydı veya bugün ki deyimle ideolojileriydi. Ancak tarımın keşfiyle ve sınıflı tarım toplumlarının ortaya çıkmasıyla birlikte, yani uygarlığın başlangıç aşamasında insanlık, ilkel insanların bütünlüklü dünya görüşlerini yani animizmi terk ettiler; onun yerine insana ve Tanrıya kulluğu dayatan bir inanç sistemini geliştirdiler. Artık doğayı gözlemeye, sorular sormaya gerek kalmamıştı, Çünkü her şeyi yoktan veya hiçlikten var eden Tanrı belirlemişti ve bir tek o her şeye muktedirdi, her şeyi biliyordu. Merak etmek, doğayı gözlemlemek, ona sorular sormak tanrıya şirk koşmak demekti ki günahı çok ağırdı. Tanrı “kün” yani  “ol” deyince her şey varlığa gelmişti veya Tanrı her şeyi yoktan var etti. Ortaçağın, yani tarım topluluklarının ideolojisi olan bu düşünce bugünde geri kalmış topluluklarda varlığını korumaktadır. İnsanlık, ilkel toplumun  “bütünlüklü evren anlayışına” ancak 17. yüzyılda aydınlanma çağıyla birlikte yeniden keşfetti, ama her yer de değil…  Demem o ki, insanoğlu, meraklı, araştırıcı bir canlı olarak ortaya çıktı, sonra uyutuldu; uzun bir uyku dönemi geçirdi, şimdi yeni yeni uyanıyor. Kendini tam olarak ne zaman toparlayacak daha belli değil….

Motifler neyi anlatır?

Kuzey Kürdistan, önceleri Osmanlı-İran, 19. yüzyılından itibaren de Osmanlı-Rus rekabetinin ve savaşlarının alanı olduğu için halkımız çok yoksul düştü. Halklarımız, bunca yoksulluklarına rağmen, mezar kültür inancının, gereklerini yerine getirmekten geri durmadılar. Birinci Dünya Savaşı’ndan önce, yoksulluğun nispeten daha az olduğu dönemlerde mezarlar, Kızılbaş inancına göre düzenlenmiş, mezar taşları, görüntülerde de görüldüğü gibi, üzerinde kişinin özelliğini belirten motifler işlenmişti. Şayet mezar yiğit bir erkeğe ait ise, devri daim gülünün yanı sıra,  Güneş, Ay, Dünya ile birlikte kılıç ve silah motifleriyle süslü, mezar bir şair veya saz ustasına aitse, sazıyla, kemanıyla süslenirdi: şayet mezar kadına ait ise gül ve benzeri çiçeklerle süslenirdi ama üstlerine asla “el-fatiha” yazılmazdı. (Bkz, resim: 8)

Hatta resimde görülen külahlı mezar taşı, bir ulemaya yani bir âlime aittir, fakat burada dikkatinizi çekerim, mezar taşında devri daim gülerinin yoğun işlemesine rağmen yine el-fatiha yazılmamıştır.(Bkz, resim:9)

Bir başka resimde ise kadın-erkek yüz yüze işlenmiştir; burada, kadın-erkek gibi cinsiyet ayrımı yapılmaksızın canların eşit olduğu fikri işlenmiştir.

Bütün bu harika işlemleri yapanlar, el-fatiha’yı mezar taşlarına neden yazmadılar, bilmediklerin de mi? Hayır! İnancın gereği olarak ve bilerek el-fatiha’yı yazmadılar. Ya şimdikiler….

İttihatçıların Turan sevdası, Osmanlıyı Birinci Dünya Harbine sokmasına neden oldu; bu yanlış politika hem Osmanlıyı bitirdi hem de halkımızı çok yoksul düşürdü. Motiflerle süslenen o muhteşem mezarlar yapılmamaya başlandı, zaten onları süsleyecek usta da kalmamıştı. Bılece’nin son orijinal mezarı 1935-36 yılları arasında ölen, Bılece’nin önde gelen ailelerinden, Raywerê Qıcık olan tanınan eski muhtar Yusuf Efendi’ye aittir; ne yazık ki bu nadide eser, 1970’li yıllarda kendini bilmez bir Bıleceli tarafından tahrip edildi. Yoksul düşen Bıleceliler, işlemeli mezar taşları yapamayınca, bir bahane uydurdular, “mezar çêkırın lı me nay” yani mezar yapmak bizlere iyi gelmiyor dediler. Kim bilir belki de haklıydılar, bunca yoksulluk dururken…

Mezar taşları tahrip ediliyor:

Tahripçiler ve yıkıcılar biliyorlar ki, mezarlıklar geçmiş ile gelecek arasında sürekliliği sağlayan tarihsel belgelerdir; onun için çok korkuyorlar, ilk olarak mezarlıklara saldırıyorlar. Eski Kızılbaş mezarları, devletin resmi mezarlık anlayışına uymadığı içindir ki, 1990’lı yıllarda köylerin boşatılmasıyla ilk tahrip edilen mekânlar olmuşlardı. 2010 yılında bölgeye gittiğimde gördüğüm manzara karşısında şoke oldum. O güzelim ve işlemeli taşlardan bir teki yerinde yoktu. Yakın zaman mezarlıkların dışında hiçbir şey kalmamıştı, eski mezarlıklar dümdüz edilmiş, mezarlıkların süsü olan kutsal ağaçlar kesilmişti.

Burada acı olan, sadece devletin yıkımı değildi, devlete yardımcı olan açgözlü yerli işbirlikçilerin, hazine bulma bahanesiyle bu işe öncülük etmiş olmalarıydı. Bir diğer acı gerçek de, İstanbul’da ekonomik durumları iyi olanların bir haftalığına köye gelip, eski mezarlıklarını yıkarak yerlerine mermerden yapılar ve üstüne de Türkçe bir kimlik ve Arap harfleriyle el-Fatiha yazdırmaları olmuştur. Hatta resimde görüldüğü gibi bazıları Ali’nin çatal dili kılıcını çizmişler ve çatal dilleri kırmızıya boyayarak sanki kan damlayacak hale sokmuşlardır. (Bkz. resim: 10)

Bunu neden yapıyorlar; kanımca iki nedeni var:

Bir: varlıklı olduklarını göstermek, içinde çıktıkları halka/halkına gösteriş yapmak, fiyaka satmak. Bunlar varlıklı ama bilinçsizdirler.

İki: bu daha da önemlidir; kendini ret ve inkâr etmek; geçmişlerinden utandıkları için, geçmişin izlerini hem hafızalarda hem de göç ettikleri topraklarda silmek.  Bunlar devşirilmişler, bilinçli ve ideolojiktirler.

Frantz Fanon, bu ikinci şık için çok önemli analizlerde bulunur:

Siyahlık ve Beyazlığın, sömürgeci ile sömürgeleştirilmiş insanın psikolojik analizini yaptığı kitaplarıyla tanınan Frantz Fanon; Fransız sömürgesi Karayip Adası Matinik’te doğmuş, çocukluğu ve erken gençliğinde Fransız evrenselciliğine inanmış, kendini Fransız gören Siyahlardan biriydi. Fakat II. Dünya Savaşı’nda ve sonra Fransa’daki üniversite hayatında bu evrenselciliğin katı ve derin bir ırkçılığı gizlediğini ve kendisinin bu ırkçılığı içselleştirdiğini, benliğinin bu ırkçılığın bir ürünü olduğunu fark etti. Buradan yolla çıkarak, ilk kitabı Siyah Deri Beyaz Maskeler’de Siyahların aşağılık Beyazların ise üstünlük komplekslerinin birbirlerini nasıl ürettiğini ve yeniden-ürettiğini anlattır.

Örneğin şöyle diyordu: “Evet, Antilli bir negrofobdur yani siyah derilidir, ama aynı zamanda bir Zenci düşmanıdır. (…)Avrupalının kolektif bilinçaltında beslenen Antilli, bu bilinçaltında barındırdığı arketiplerin tümünü az çok kendine mal etmek zorunda kalmıştır. (…)Yapılacak pek bir şey yok, çünkü kafaca bende bir beyazım. Ve böyle olduğum için de kendimdeki Siyahlığı, yani varlığımın özünü, mayasını küçük görüyor ve ondan tiksiniyordum.” Fanon’a göre Siyahlar öz-değer (benlik değeri) duygusundan yoksundur, çünkü Zenci, Beyazların Zenci dediği ve öyle gördüğü kimsedir; beyaz kitaplarla, beyaz şarkılarla büyümüş, hayatı boyunca beyazlaşmaya çalışmış, kendini hep diğer Zencilerle kıyaslayıp, onlardan üstün olduğuna ve kendisinin Zenci olmadığına inandırmıştı.

Sömürgeci, çıplak şiddetle sömürgeye gelmiş, yerleşmiş ve orada ancak çıplak şiddetle barınabilmiştir. Ne var ki, şiddet sadece fiziksel değil, aynı zamanda sembolik ve kültüreldir; sömürgeci kendi değerlerini evrensel, uygar ve üstün olarak gösterir, şehirleri ve kırsalı kahraman generaller ve devlet adamlarının isimleri/heykelleriyle donatır ve sömürgeleştirilmişin kültürünü her fırsatta aşağılar ve ondan utanılmasını sağlar. Bunun karşısında, “Ötekinin sistematik inkârı ve ötekini her tür insani özellikten yoksun bırakmaya yönelik delice kararlılık nedeniyle sömürgecilik sömürge insanını kendisine sürekli ‘Aslında ben kimim?’ sorusunu sormaya zorlar.” Fanon bu soruya doğru cevabın ancak sömürgeciliğin sona erdirmeye çalışıldığı zamanda verilebileceğini iddia eder. Özellikle sömürgecilik karşıtı şiddet, sömürgeleştirilmiş insanı aşağılık komplelksinden ve korkaklıktan kurtararak, onu ayağa kaldırır, ona gereken öz-güveni ve öz-saygıyı verir, onu nesne olmaktan kurtarıp özne yapar. Bu yeni insanın doğuş anına, kendi arasındaki kan davalarını bırakıp ortak düşmana yönelen bir halkın doğuş anı da eşlik eder.

Kürt halkının, özellikle de Kuzey Kürdistan halkının içinde bulunduğu durum budur, kendi benliğinden Kürt benliğinden utanç duymaktadır ve kendini bir Türk olarak görmektedir. Ben bunu çok da yadırgamıyorum, Fanon’un da yazdığı gibi sömürgeci devletin sömürgeleştirdiği ülkenin halkını küçük görür, tarihini ve kültürünü yok sayar, buna karşın kendi değerlerini evrensel, uygar ve üstün olarak gösterir ve bu değerlerini eğitim yoluyla çok küçük yaşlardan itibaren ilhak ettiği ülkenin çocuklarının körpecik beyinlerine şırınga eder.

Sömürgecinin değerlerini aşamayanlar, kendi öz benliklerine kavuşmayanlar, özellikle bu kesimler, Türkiye’nin batı metropollerinde iş yapmış birazda palazlanmışlarsa, Kızılbaş motifleriyle süslü eski orijinal mezarlıkları beğenmemekteler, onları yıkarak, yukarıda açıkladığım Türk-İslam sentezine uygun yeni mezarlıklar inşa etmektedirler.

Dönemin Kızılbaş mezarlıkları, şimdi birer Türk-İslam mezarlıklarına dönüştürülmüşlerdir. Bölgedeki Ermeni mezarlıklarında ise eser yoktur…

Ermeni mezarlıkları neden yoktur, hiç merak ettiniz mi? Açıklayayım.

Topal Osman ismini mutlaka duymuşsunuz; Topal Osman, Pontus Rumlarının ve Koçgiri Kızılbaş Kürtlerinin katliamında önemli rol oynayan elli kanlı bir çete reisidir; Giresun ve Karadeniz bölgesinin Rum tehcirinde aktif rol oynayan Teşkilat-ı Mahsusa’nın da azılı bir üyesidir, aynı zamanda, Mustafa Kemal’in barındığı Çankaya Köşkü’nün de muhafız Alay komutanıdır.

1919 yılında Havza’da, Mustafa Kemal ile görüşen ve ondan aldığı talimatla Giresun’a geri dönen Topal Osman, bir yandan Pontuslu Rumları katlederken, öte yandan onlardan kalan işe yarar mülklere, mallara da el koymakta, işe yaramayanları da yakıp yıkmaktadır. Buna rağmen Topal Osman, her birisisi birer mimarı dehanın ürünü olan kilise ve sarayları, bir gün lazım olur gerekçesiyle yıkmak istemez. Fakat ülkede ondan da fanatikler var; bunlardan birisi de Arnavut aslı, azılı Türkçü ve Lozan Heyeti’nin ikinci başkanı Rıza Nur, Topal Osman’a: “Rum köylerinde taş üstünde taş bırakma” der. Topal da, “Öyle yapıyorum ama kiliseleri ve iyi binaları lazım olur diye saklıyorum” karşılığını verince; Rıza Nur: “Onları da yık, hatta taşlarını uzaklara yolla, dağıt. Ne olur ne olmaz, bir daha burada kilise vardı demesinler” deyince, Topal Osman “Sahi öyle yapalım. Bu kadar akıl edemedim” demiştir. (Kaangil, 2010;3) Ermeni mezar taşlarının başına da bunlar gelmiştir.

İnanç farklılığına rağmen, Kürtlerle aynı etnik kökten gelen ve asılarca birarada ya da yan yana yaşayan ve ortak değerler ile ortak kültür yaratan Ermenilerden günümüze geriye ne kalmıştır? Virane olmuş birkaç kilise kalıntısından başka…. Oysa Ermenilerin en yoğun yaşadıkları bölgelerden birisi de Kiğı bölgesidir ve hatta Kiğı adı bile Ermenicedir; Gêxî ya da Koxîpert’dir . Ya izleri; bazı duvarlara süs amaçlı konulan birkaç haç motifli taştan başka hiçbir şey; o güzelim eserler acımasızca yok edildi/yok ediliyorlar… Ama onlar akılı insanlardı, öyle yerlere, öyle eserler bırakmışlar ki, barbarlar isteseler de o izleri silemiyorlar. Aralık 2021 tarihinde Agos gazetesinde yayınlanan “Kiğı-Pülümür arasındaki anıt eserlerin bize anlattıkları” adlı makalemde şunları yazmışım:

“Her şeye rağmen Anadolu’nun kadim halkları bugünleri sanki görürcesine öyle tedbirler almışlar, öyle yerlere eserler bırakmışlar ki, bu eserler, bu ayak izleri, ormanla örtülü, ulaşılması güç yarlarda olup, oralara, o topraklara atılan, silinmesi güç imzalardır; ‘Buralarda bir zaman ben yaşıyordum, biz yaşıyorduk’ dercesine…” Bkz, resim: 11-12)

     

“Her şeye rağmen Anadolu’nun kadim halkları bugünleri sanki görürcesine öyle tedbirler almışlar, öyle yerlere eserler bırakmışlar ki, bu eserler, bu ayak izleri, ormanla örtülü, ulaşılması güç yarlarda olup, oralara, o topraklara atılan, silinmesi güç imzalardır; ‘Buralarda bir zaman ben yaşıyordum, biz yaşıyorduk’ dercesine…”

Ama biz Kızılbaş-Kürtlerin böyle bir şansları yok, çünkü bizler eserlerimizi kendi ellimizle tahrip ediyoruz. Şeniağa’daki şu güzelim kümbet ve mezar taşlarının nasıl tahrip edildiğini, dikkatle izleyin lütfen. Onlar, mirlerimize ait mezar taşlarıdır. (bkz, Resim: 13-15)

 

Mirlik, Kürt tarihinin önemli bir parçasıdır: Onlar, Kürtlerin önderleridir. Onun için mezarlarını parçaladılar. Şu mesajı vermek istiyorlar; Kürtlerin bir tarihi yok ki, önderleri olsun.

 

Devam edecek

Kızılbaş Kürt inancında mezar taşları kültürü üzerine-1
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA