kalktım dağlı bir ağıt yaktım. bunu dedin. çünkü niye, hayal de eskir zamanla. eski ırmaktı o, kavimler aktı göğünde, ağıtlar yakıldı. birinin yarattığını yıktı diğeri, biri ağız büktü, öbürü diz çöktü. ateşi sürenler suyu da sürdüler. işte sen, sesinde duyulan acılarınla konuşuyorsun. ağıt gibi açıksın. kavlinin ayak izleri seni alıp çocukluğunun ilk öykülerine götürüyor. hayat önlerinde giderek bir kaval sesi, çobanın sönmüş ateşi oluyorsun. yazgını kabullenerek değil ama, taşların yaban gövdesinden uzaklaşarak artık! uzak bir buğu, bir siluet ile ufkuna kazınan toprak evlerin, yeni yapılar karşısındaki hükmünün ne olacağını düşünerek. o şehir, o viran, o ağıt ile /geleceğin değil, geçmişin zamanıyla geçilen. değil ama. hepsi bu değil..
hayat o günlerde ne olmak ve nerde durmak istiyordu? Okuldan eve giderken yolunuz sağlık ocağının yanından geçiyordu; hastanesi olmayan bu yerin sağlık ocağında, etrafı panzerle, postallarla çevrili, yan yana dizilmiş gerilla bedenlerinin, eski battaniyelerin altından görünen çıplak ayaklarını görüyordunuz; demek ki hastane-adalet-vicdan- haysiyet-hakkaniyet gibi duygularınız oluşuyordu artık. bununla birlikte bakmaya alıştırılmak ve böylece zihin dünyanıza uymayan şeyleri zihninizde normalleştirmeye dönük bir durum da var. okulda, köyünüzü yakan, üniformalarıyla ders vermeye gelen subaylara bakıyorsunuz, askerlerin her hafta sonu okula gelip ders vermelerinin iyi bir şey olduğuna koşullanıyorsunuz, öss için okula yollanan kitapların bir bölümü de onlar tarafından karşılanıyor. çabası şu: tüm okul tabura götürülüp silah ve askeri mühimmatlara baktırılıyor, taburun yeni yapılmış çim sahasında futbol oynatılıyor, kapalı spor sahalarında basketbol, çeşitli vesilelerle ödül törenleri, ve sinema salonunda film izlettiriliyor. tabur-öğrenci el ele fotoğrafları çektiriliyor. vs. tüm bu zihin bulandırmalarına karşı itiraz dili diye bir şey var mıydı? yani, göç kuşağının üstünde oynanan bu militarist emel sonuçlandı mı bilmiyoruz ama bir yere vardığı ve sizi hiçleştirmeye dönük sonuçlar verdiği söylenebilir. bunun üzerine yapılmış araştırmalar, yazılıp çizilmiş onca şeylerin, bunun için gövdesini önüne koyan toplumsal muhalaefet bileşenlerinin ödediği bedellere rağmen sizin gündelik hayatınıza pratik yansımasının sınırlı olması bir çaresizlik elbette. iktidar ve onun besleyenlerinin “devlet” olma avantajları kendi başına bir neden zaten. mesele sadece iktidar da değil, aynı zamanda iktidarın açık bir ırkçılık halinde kendini ortaya sermesidir de. “bütün hiçliğe indirgemelerin ortak silahı bakış’tır: öteki’ne bakmak, onun düzenini bozmak, sonra da onu bozulmuş düzeni içinde sabit kılmak, yani onu bizzat hiçliğin varlığı içinde tutmaktır” diyor, barthes. bizi bozdukları düzenimizin içinde sabit tutmaya çalıştıkları sistemleri, iktidarları, tahakkümleri ve ahlakları onların, reddedilmelidir.
evet, hayat, o günlerde durmak istediği yerin ve yapmak istediği şeylerin elinden alındığı büyük bir abluka içinde duruyordu. sezgisel olarak farkında olduğunuz ama onu bilince çıkarıp üstesinden gelme araçlarından; kendi dil, kültür, inanç dünyanızın, yani yaşam alanınızın sağlayacağı imkanlardan koparıldığınız günler. seferis’in dediği gibi: “öyle çok şey geçti ki gözlerimizin önünden sonunda gözlerimiz hiç bir şey göremez oldu” diyorsunuz. hayatla uzlaşamadığınız iç aynanızla aranıza, durmadan akıyor zaman. geri dönüyorsunuz. hayat size, siz hayata dokunamıyorsunuz; iç aynanız hayat ile aranızda bir araf. sürgünün hayatı için kendi kalbi bir geri dönüştür. dönemiyorsunuz ve mezarlıkların orda yalnız kalışlarına üzülüyorsunuz mesela; yakılan ormanlara, boğdurulmak istenen ırmağa, kendi referansından uzaklaştırılan dile, ateşe, küle…
“yani belki de hayatımızın en canalıcı konusuyla, yani içinde yaşadığımız toplumla, onun içinde işlediği ekonomik ilişkilerle ve davranışlarımızın düzenli biçimlerini, tabi oldukları düzenli izin ve yasakları tanımlayan iktidar sistemiyle ilgilenmemek için nasıl bir körlük, nasıl bir sağırlık, ne kadar yoğun bir ideoloji çökmüş olmalı insanınüzerine! hayatımızın özü kendimizi içinde bulduğumuz toplumun siyasi işleyişinden ibarettir ne de olsa” diye yazmış, foucault. öyle. egemenlerin kültür ve medya örgütlenişiyle, propagandası, üniversiteleri ve bilumum aygıtları, araçlarıyla, cezaevlerine dönüştürülen toplumsal iklimle; yani bütünen iktidar sistemiyle, onun bileşenleri, üretenleri ve besleyenleriyle ilgilenmemek için nasıl bir körlük çökmüş olabilir insanın üzerine? nereli olduğumuzu unutamadığımız, kimliklere, dillere, aidiyetlere maruz bırakıldığımız; katmanlaşmış iktidar odakları, somut soyut her şeyin üstüne çöreklenmiş mülk odakları içinde. egemen dilin öteki dillerin boynunu kırdığı ve ürettiği egemen vicdanın içinde; uzak kılınmış acı, öğretilmiş çaresizlikle..
m. borghauta’ın ifade ettiği bir şey var ama. şöyle diyor: ‘’davalarını böylece sürdürürlerken kendini ifade etmek onları güçlü kılar ve kendilerine acıyıp duygusallaşmaktan alıkoyar onları.’’ evet, davayı sürdürmenin insana sağladığı imkanlar zinciri, tavır netliği. yani davayı sürdürmenin ve toplumsallaştırmanın dahi kendi içine yığılıp kalmanın, kendini önemsiz sanmanın aksine insanı güçlü kıldığı, imkanları ve etkileri çoğalttığı gerçeği üzerine düşünmek daha yerinde olur sanırım. çünkü niteliği olanın karşıtını dönüştürme gücü vardır. sezgisi, bilgisi vardır. buradan yetişen vicdanı vardır. detaylarına dek yaşanan acılar bir yerde, tasavvur olarak duyulan acılar öbür yerde çünkü.
dağın başı vatandır
oysa hayat geniş ovalar, düzlükler, bozkırlar, dağlar ve onların kökleri üstüne de eğilir. üzerinde yaşadığı toprakları yakın ve uzak acı içinde yan yana tutan dil coğrafyaları, etnik coğrafyaları, düş coğrafyalarının varlığı ile; ırmakları akan, dağları bent olan, güneşe değen inancı, acısı ile egemenlerin ve egemenlik ilişkileriyle karşıtına dönüşen bulanık vicdana değil, o sahici vicdan ile, baba tahirê ûryan’ın dediği gibi: dağın başı vatandır. ve imgesel anlamıyla da olsa, hayatımızın arzu ettiği, özlem duyduğu yerdir.