Biz, Yavuz’dan beri “kılıç artığı”, Atatürk’ten beri “süngü artığı” bir toplumuz, güçlüler ve yarattıkları hukuk bizi hiçbir zaman “asli unsur” kabul etmedi, onlardan çok daha önce kavimler göçünden beri sahip olduğumuz topraklarda hep “misafir” görüldük. Ne zaman “misafir değil sahibiz” dediysek dersimizi verip susturdular; “misafirsiniz, misafirliğinizi bilin” dediler.
Biz kabul ettik!..
Bu yüzden hep ezildik, “ezik” olduk, güçlülere karşı ne kadar baş kaldırdıysak da aslında hep misafirliği kabul ettik, hatta kimi zaman “verdiğimiz rahatsızlık”tan dolayı özür bile diler olduk.
Güçlüler tarihinin bize çizdiği yaşam haritasıydı bu; reddetsek ölecektik, kabul etsek yaşayacaktık, biz hem reddettik hem kabul ettik ve koca bir tarih boyunca dirensek de “efendi” olmayı tercih ettik, belki de mecburduk; bu yüzden isyanımız da “efendi”ydi, direnişimiz de, mücadelemiz de.
Sanırım bir yandan da üstün olmaktan çok eşit olmayı, güçlü olmaktan çok hakkaniyetli olmayı, sorun olmaktan çok huzurlu olmayı seviyorduk.
Bu bir düsturdu, öğretiydi; temeli Zerdüşt felsefesine, Alevi-Kızılbaş öğretisine dayansa da fark etmez, “ezik” de olsak, ezilen de olsak, “misafir” de olsak önce insan olmayı benimsedik, tercih ettik. Zaten belki de daha çok bu yüzden hem ezilen, hem “misafir” sayılan biz olduk.
Bu durumdan şikayetçi miyiz?
Sanırım hem evet hem hayır.
Ben kendi adıma memnunum; güçlü ve gaddar, zalim ve münafık bir “asli unsur” olmaktansa efendi, nazik, adil ve ezilen ve başkaldıran bir insan olmaktan memnunum. Dersimli bir Kızılbaş olmasaydım ya Kakeyi, ya Ezidi, ya Yarsani ya da Japon olmak isterdim. Bilinen veya bildiğimiz dünya üzerindeki en narin ve ilkeli, en insancıl ve direnişçi toplumlardır bunlar. Japonlar’ın diğerlerinden tek farkı yaşadıkları topraklarda “asli unsur” olmaları.
Ama işte her “asli unsur” Japonlar gibi olmuyor elbet.
Düşünün ki bir de Ankara’da, Kayseri’de, Yozgat’ta, Afyon’da “asli unsur” olmak var, o “asli unsurlar”ın, Atatürk ve CHP’nin sürgünleri olarak oralara gönderilen “38 süngü artığı” büyüklerimize gösterdiği “Türk misafirperverliği”nin en özet hali Cemal Süreya’nın anlattığı gibidir; gittikleri o yerlerde “tarih öncesi köpekler havlıyordu”.
Üstelik o köpekler havlamaya devam ediyor.
Ankara Çubuk’ta Kemal Kılıçdaroğlu’na yapılan linç girişiminde “Yakın o evi yakın” diye nefretle bağıran kadın benim için o “tarih öncesi köpekler”den biriydi. O, Kılıçdaroğlu’nun sığındığı o evin içinde yakılmasını isterken, Kılıçdaroğlu içeride ev sahibine “Size misafir olmak zorunda kaldık, kusura bakmayın” diyordu.
Bunu nasıl tarif edebiliriz, neyle izah edebiliriz; Horasan’dan Dersim’e, Dersim’den Ankara’ya ömür boyu “misafir” giden Kılıçdaroğlu’nun “asli unsur” karşısındaki “ezik” ve ezilmişlik psikolojisine mi, Alevi-Kızılbaş-Kureyş-Seyid öğretisindeki inceliğe mi, Zerdüşt felsefesindeki iyilik ve nezakete mi bağlamalıyız?
Bana kalırsa neye bağlarsak bağlayalım burada büyük bir ders var.
Kılıçdaroğlu’nu, 38’de Dersim’i süngüden geçiren CHP’nin şimdiki genel başkanı olarak bulunduğu siyasal konum nedeniyle ister beğenelim ister eleştirelim; ölümle burun buruna olan, üstelik en az kırk bin Alevi’nin katili Yavuz’un tarzıyla yapılmak istenen bir ölüm şekliyle burun buruna olan Kılıçdaroğlu, hem kendini “asli unsur” gören “tarih öncesi köpekler”e hem de tüm insanlığa muazzam bir nezaket, muhteşem bir “zarif misafir” dersi verdi.
Pek çok kimsenin gözünden kaçan bu ayrıntı, egemen güce göre “misafir” de olsak gerçekte “asli unsur” da olsak özümüzü anlatır.
Bu özden vazgeçmek bizi onlara benzetir, vazgeçmeyelim.
Umur Hozatlı