Dersim dört dağ içinde

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Bu yaz kıyılara değil, içlere doğru gitmek düştü payıma. Tunceli’yi seçmiştim kendi adıma. Bütün yıl kentlerde bunalan kalabalıklar kıyılara akarken, Tunceli bana yaylaya gidiyormuşum duygusunu verdi doğrusu. Elazığ havaalanından Tunceli’ye geçmek için Pertek’ten feribotla aktarma yapacaktık. Keban artık büyükçe bir göldü. Ortasında kalan Pertek Kalesi güneş ışıklarıyla Keban suyunun ışıltı yansımalarıyla masalsı bir görüntü kazanmıştı. İlk kez 1970’de gelmiştim buralara.  Keban altında kalan yerlerde dolaştığımı hatırlıyorum. Oralar artık su altındalar, hatıralar ise zihne gömülü.

Tunceli, coğrafyası gibi insanıyla da çeker kendisine sizi. Suskun ve konuşkandır. Nasıl oluyor bu demeyin, sizin yaklaşımınız belirler bunu; sahiciliğiniz, içtenliğiniz ya da burada kendinizi yabancı hissetmenize bağlıdır ilişki. Kendimi konuk gibi hissetmediğim yerlerin başında olmuştur Tunceli. İki çift laf etmek için kendinizi zorlamayın burada, zihninizdekini açık edince, göreceksiniz ki Tunceli insanı Munzur suyu gibi akıp gelir yüreğinize. Böyle işte. Kente indiğimiz ilk saatlerde bile tanıyormuşum gibi hissettiğim insanlarla sohbete başladık.

Efsanesiyle, çekiciliğiyle aklımızda olan Ovacık Gözeleri’ne gitmek planımızın ilk sırasında. Dedim ya Tunceli size gelir isterseniz. Hemen bir araba bulundu ve yola çıktık. Gözeler’e ulaşmak için aceleye gerek yok, çünkü yol boyunca doğanın, Munzur’un size verdiği dinginliği yaşamalısınız. Sonra birdenbire dağ keçileri çıkacak karşınıza. Suya inmek istiyorlar belli ki. Onları ürkütmemek için arabamızı durdurduk. O kadar güzeller ki, onları avlamak ancak insanın vahşi yanının hâlâ varolduğunu gösterir. Yol arkadaşım Vedat İçem, kimilerinin onlara ekmek yahut başka yiyecekler attığını, bununsa yanlış olduğunu söyledi. Çünkü onlar doğal yaşamın bir parçasıydı ve öyle kalmalıydı. Kışın kar bastıran bu yolu açmak için atılan tuz, kar eriyince asfaltta kalıyor ve dağ keçileri bu tuz için de inerlermiş aşağıya. Oysa orman ve kayalıklar onların ana yurdu. Orada tuzu da bulabilirler, yiyeceği de.

Buraları gezip görmeye gelenler belki içlerindeki şefkat ve sevgiyle yiyecek bırakıyorlar keçilere ama doğal yaşamın düzeni bozuluyor aslında. Ayıların, kurtların ve daha birçok yaban hayvanının ormanda yaşadığını söylüyor Vedat. Diyor ki; onlara zarar vermedikçe onlar da size zarar vermezler.

Dağ yamaçlarında Munzur sarımsakları filizlenmiş. Buraya özgü sarımsaklar yumru halindedir ve oldukça faydalıdır. Öylesine yağmalanmış ki, nesli tükenmek üzereyken, koparılmaları belediyece yasaklanmış. İyi yapmışlar. Onun da mevsimi yahut zamanı gelince hasat edilmesi gerekir.

Dağ keçilerini arkada bırakıp devam ediyoruz yolumuza. Ovacık’ın içinden çıktıktan hemen sonra Gözeler’in serinliğini hissediyorum. Bir mucize, bir doğa harikası Gözeler. Dağın göğsünden fışkırıyor; sanki çocuklarını emzirmek için memelerini açıyor dağ. Fışkırıyor süt, gölleşiyor ve kıvrılarak akıp gidiyor işte. Ayaklarımızı suya sokuyoruz ama birkaç saniye ancak tutabiliyoruz orada. Avuç avuç su içiyoruz. O pet şişelerdekinden farklı Munzur suyu. Taze, soğuk ve lezzetli. Su tadındaki su budur işte diyoruz. Yakınlarda yitirdiğimiz sevgili şair Sina Akyol’un Su Tadında adlı ilk şiir kitabı düşüyor aklıma. Sina Munzur’un suyunu mu içmişti acaba. Sanmıyorum ama belli ki hayatla o müthiş uyumunu hissetmiş olmalı. Yol arkadaşımsa benim Su Çürüdü şiirimi anımsatarak “su çürür mü ağabey?” diyor. “Yok” dedim, su çürürse yaşam da biter; ne bu dağ keçileri ne de şu güzelim ağaçlar kalır. Biz canlılar su kıyılarında varolarak ayaklarımızın üzerine dikildik. Bu sözle benim imlemek istediğim toplumsal alanın içine düşürüldüğü gerçekliği, “olamaz” olanla ifadelendirmekti. Yani gramatik değil, çağrısımsal okunmalıydı bu söz.

Gözeler panayır yeri gibi; Düzgün baba için yakılacak çerağları hazırlayanlar, mısır satanlar, çay ve gözleme keyfi için küçük bir çadır altı. Hatta kitapçı da var; kurduğu çadır altında gelip geçenlere goygoy yapmadan kitabını açıp okuyan bir kitapçı. Çoğuyla selamlaşıyor, dahası Düzgün baba için ayrılan yerde çerağ yakıyoruz. Bir şenlikti Munzur Gözeleri, kalp atışlarımızı kendi ritmine ayarlıyor; muhterem Munzur.

”Kekeme bir tarih perperişan – Aşkların nesisin sen şimdi ey – Ardına baktığında Munzur – Şimdisi gri bir okyanus olan – Ormanın yakıldı senin, köylerin de – Babası Kırmanç olanın payı – Etno hüzünler ve kekomeçe – Zaten kovalandıydın bunca ey – İşte o kadar ve bir ne ise – Su işte, Asmin ve nelerin – Kekemesi olan huzursuz oğul – Kovulmadığın ütopi kalsındı – Kovulmadığın bir ne ise – Ama sen terket bu dünyayı da”

Dönüşte yol arkadaşım, dostum, kendisine şiir ithaf ettiğim şair Mehmet Çetin’in mezarına uğruyoruz. Heykeltıraş Sercihan’ın projesiydi. Bir anıtmezardı. Cezaevinde tanıştığım, yıllarca İstanbul’da yaşayıp muhalif sanat pratikleri gerçekleştiren sonra da Hollanda’ya yerleşip orada yaşayan Mehmet Çetin, amansız hastalığa yenilip, vasiyeti gereği köyünün mezarlığına gömülmüştü. Kırgınlığımız kadar güzel anılar da bırakmıştı bana. Dua etmedim, oradaki kır çiçeğini koparım koydum mezarına.

Yol arkadaşım Vedat, “Halbori’de akşamlamazsak olmaz” dedi. Halbori başka bir saklı kuytuluktu. Tarihin oraya yüklediği acıların hikâyelerini yutkunarak hatırladık. Munzur yine çağlıyor, karşı tepeler susuyordu. Susuyordu ama biz onun fısıltısını duyabiliyorduk.

Güneş biz oradayken battı ve kente dönerken, aklımda Munzur’un kayıp kızları vardı. Bu bölge merkez Tunceli olmak üzere Erzincan’ın güneyi ile Elazığ’ın bir bölümünü de içine alarak Dersim olarak bilinir. Buralı olanlar da kendilerini Dersimli olarak adlandırırlar. Biz de onlara uyarak, telefonda nerede olduğumuzu soranlara Dersim’deyiz diyoruz. Dersim Dört Dağ İçinde türküsünü unutmadan.

Vadi yolculuğumuz bitmedi. Ertesi gün sabahtan Pülümür Vadisi’ne doğru yola çıkıyoruz. Biz ilerledikçe pastoral mucizelerle karşılaşıyorduk. Her dönemeçte doğanın görkemi daha da cezbediciydi. Hayret ve merak antenlerimiz açık ilerliyorduk. Nehir kıvrılarak akıyor, dağ dorukları simgesel görüntüler sunuyordu. Zağge’yi geçip Harçik’te Kara Haydar’ın Yeri’nde kahvaltı yaparken 1970’lerde yazdığım Harçik’le ilgili şiiri okuyoruz bugünkü yol arkadaşım Adnan Vural’la. Hadi buraya da alalım bu şiiri:

Derler ki
Ol kıyamet gününden beri
Kan akar
Harçik deresinden
Yaralıdır Harçik
Kapanmaz yarası o gün bugün

 Derler ki
Hırçın bir sudur Harçik
Vurur kendini o taştan bu taşa
Ve her gün aşiret ihtiyarları
Gelip otururlar kıyısına usulca
Dinlerler
Ol hazin hikâyeyi bir daha

 Harçik denince kalem yazmaz olur
Bir nice şivan sarar dağı taşı
Ne masal ne efsanedir Harçik
Ama destanı yazılmamıştır bunca zaman
Ve biz
-yani onlarla beraber
Kanlı ve hırçın akmaktayız hâlâ 

Şiir kime neyi fısıldar, bilemem ama yazıldığı zamanlarda bu coğrafyanın tarihine merak sarıp elime geçen ne varsa okuyordum.

Dereova Şelalesi’nde durup dinlenelim, dedik. Dedik ama bu şelale büsbütün afet. Huş ağaçlarının kokusunu özüne çekip 25-30 metre aşağıya dökülen sulara ab-ı hayat demek mümkün. Bir türlü buradan ayrılmak gelmiyordu içimizden. İştahımız açılmış, nefes alışlarımız değişmişti. Fotoğraflar çektirdik, ne var ki bu fotoğraflarda huş ağaçlarının kokusu, dökülen suların serinliği ve sesi yoktu. Onları hafızamıza alıp saatlerdir kaldığımız buradan ayrılıyorduk…

Nazımiye üzerinden Sarıyayla (eski adı Civrak) idi yönümüz. Nazimiye nasıl da küçücük kalmış böyle? Diyebilirim ki 1970’de de bu kadardı. Çay içtiğimiz kahvede dört kişi pişti oynuyordu, bir iki Alman plakalı otomobil az ötede duruyordu. Nazımiye’den çıktık, Kamer Genç’in anıt mezarının yanından geçerek Sarıyayla mezrasına ulaştık. Sevgili Çayan Demirel’in de burada yaşadığını öğreniyoruz. Alican Önlü kardeşimizle eşinin konuğuyuz burada. Kentler yormuş bizi, politik muhabbetler de öyle. Bütün bunlardan söz açmadan birbirimizle olmanın sıcaklığını yaşıyoruz, o kadar. Evin köpeği ile dostane ilişkimiz daha güzel. Bir köpek nasıl uzağa bakar, Edip Cansever vurgulamıştı bunu bir şiirinde.

Tunceli’ye gece döndük. Kent yine cıvıl cıvıl. Bir iki gün sonra Munzur Festivali başlayacak ama yöneticiler yine ceberut maskelerini takmışlar, belli ki huzur vermeyecekler.

Sabahleyin, Ankara’dan beri yol arkadaşım Füsun’la dönüş yoluna başlıyoruz. Tunceli, yani Dersim, bir kez daha el sallıyor arkamızdan.

Derova Şelalesi

***

Ahmet Telli / Şelale

Dersim’de, o vadideki şelale
Huş ağaçlarını okşayıp uçarken
Kara Haydar hem Haydar hem Zazaki
Mekânıysa su sesi

Yukarıda, mağarayı yalayıp geçen rüzgâr
Uğunup durur 71’den beri
Dağ keçilerinin boynuzlarında
Ve sarp kayalarda

Uçan su ve huş ağaçları soruyor
Gitmek denen akıp durmayı
İnsan nereye gidebilir
Zonklayan bu yarayla

İnsan nereye gidebilir hatırlamalarla
Kente, köye, nehre, çöl yalnızlığına
Sese gitmekse apayrı bir macera
Şelale bunu söylüyor çarptıkça taşlara

Azap, hatırlama ve daha dün
Yolculadığımız kim varsa
Birer hayalet gibi sızıyor
Dağ geçitlerine

Bir hâtıraya dönüyor şimdiden
Omzumda hafifleyen başın
Değil işte bu değil
Suyun şelale oluşundaki heves

Dersim dört dağ içinde
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA