1917 yılında, sadrazam olan Talat Paşa, partisinin bir toplantısında yaptığı konuşmasında: “Biz bu milletin başına geçtik. Ancak Anadolu bizim için kapalı bir kutu. Millete layık bir hizmet verebilmemiz için, önce Anadolu’nun içlerini tanımamız gerektiğini düşünüyorum” diyecektir. (Kıeser,2005;445)
İttihatçılar, Anadolu hakkındaki etnografik ve sosyolojik bilgi eksikliğini gidermek için, Birinci Dünya Savaşı esnasında birkaç bilim insanını Anadolu’nun içlerinde araştırma yapmakla görevlendirir. Bunlardan, Baha Sait Bey, Kızılbaş ve Bektaşileri araştıracaktır. (Dündar, 2008;127)
Baha Said Bey, yaptığı araştırmalarında çıkardığı sonuç: Alevi inancın kökeninin Şamanizm’e dayanan orijinal bir Türk inancı olduğu tezini ortaya atar. İlk kez ortaya atılan bu tez, Cumhuriyetin temel tezlerinden biri olacaktır. Bu teze dayanılarak Kızılbaş Kürtlerin başkalaşmaya uğramış Türkler olduğu iddia edilir. Örneğin; Kafkas Cephesinde görevli bir Osmanlı Subayı geri çekilirken karşılaştıkları manzarayı anılarında şöyle anlatır:
“Erzincan’ı terk ederek yeni mevzilerimize çekildik. Kolordu karargâhı bir “Zaza” köyünde idi. Zazalar kendilerini Kürt addediyor, Kürtçe konuşuyorlardı. Bize karşı tavırları soğuk ve güvensizdi. Gösterdikleri ruh haline nazaran bizimle aynı milletin evladı olduklarını takdir edemiyorlar, bizi âdeta yabancı bir devletin işgalci askerleri(yle) kıyas ediyorlardı. Hele ihtiyar kadınlar hoşnutsuzluklarını alenen göstermekten çekinmiyorlardı. Hâlbuki Dersimliler öz be öz Türk idiler; hem de Oğuz neslinden” (Maman, 2014;32-34)
- Umumi Müfettişi General Alpdoğan’da 22 Nisan 1936 yılında Altan dergisine verdiği demeçte: “Bu bölgenin taşı ve toprağı kadar sakinleri de Türk’tür. Hem de soyları karışmamış dip diri ve tam manasıyla öz Türklerdir. (Altan dergisi, 22 Nisan 1936, sayı: 15)
Baha Said Bey, tarafından hazırlanan raporda Kızılbaşlığın, İslam dışı bir inanç olduğu açıkça belirtilir. Kemalistler, Hıristiyan unsurları dışlayarak Anadolu’da İslam inancından olan herkesi, etnik kökenine bakılmaksızın bir potadan eriterek yepyeni bir ulus yaratmak hedefine, Kızılbaşlık uymuyordu. Kızılbaşlar direndiler.
Kızılbaşları, direnişe itten sebep; devlet dâhil, her türlü otoriteyi reddeden yaşam felsefeleriydi. Özgür, açık ve canlı bir inanış olan Kızılbaş İnanışı, doğayı esas alır. Tanrı; semavi dinlerdeki gibi doğadan aşkın ona hükmeden değildir: doğadır. Doğa kendi kendine yeterlidir ve yaratılmamıştır; bilinçli bir yaratıcı varsaymak gerekmez. Bu sadece Grek filozofu Herakleitos’u hatırlatan bir görüş değildir; modern fizikçilerin evren tanımıyla da çakışır. (Gürbey,2021;164-165)
“Varlığın Birliği” sözünü hepiniz duymuşsunuz: bu ne demek? Farklılıklar içinde birliğin ve uyumun varlığı demek. Doğada ve evrende her şey, bütün farklılıklarına rağmen uyum ve ahenk içinde, biri diğerine hâkimiyet kurmadan yaşamını idame etmektedir. Doğada, mutlak hâkimiyet yoktur, her şey zıddıyla vardır. Zıtların birliği gelişim için zorunludur.
Semavi dinler her şeyden önce bir sosyal düzen ister; gündelik yaşama müdahale ederek, kendine özgü bir toplumsal düzen kurar. Örneğin İslam, disiplin, görev ve itaat gibi “eril” faziletleri geleneksel olarak kutsarken, Kızılbaşlık, “dişil” değerleri benimsemektedir. Dişil değerler, özgür değerlerdir; hava ve su kadar herkese gereklidir. Bitkiler, en iyi şekilde kendi doğal ortamlarında gelişmelerine izin verildiği zaman büyümeleri gibi, insanlar da kendilerine en az müdahale edildiği zaman gelişirler. Kızılbaşlar, dayatılmış otoritenin bütün formlarını, devleti, hükümeti, hiyerarşiyi ve sınıf hâkimiyetini mahkûm eder. Onun yerine, özgür ve eşit bireylerin gönüllü birliklerinin federasyonunda oluşan, merkezi olmayan ve kendi kendisini yöneten bir toplumu benimser.
Katı merkeziyetçi, otoriter ve tekçi bir yönetim anlayışını benimseyen ve kalkınmasını kapitalist yolla yapacağını ilan eden Türkiye Cumhuriyeti, daha kuruluşunun ilk aşamasında Kızılbaş felsefesiyle çelişkiye düştüğü aşikârdır. Cumhuriyet, kuruluşunun ilk aşamasından itibaren çelişkiye düştüğü kesimleri iç düşman ilan etti: bunlar Kürt, Kızılbaş ve Komünistler olarak3K ile formüle etti. Yüzyıllık Cumhuriyet tarihi boyunca bu üç kesime deyim yerindeyse kan kusturdu.
Dersimin hedef seçilmesi; Kürt olmanın yanı sıra, Kemalizm’le çelişen Kızılbaşların bu yaşam felsefeleriydi, gerisi bahaneydi. Devlet biraz sabretseydi, bölgeye hızla giren kapitalizm bu sorunu pekâlâ çözebilirdi, ama devlet bu sabrı göstermedi ve sorunu kanla, katliamla ve sürgünle halletmeye çalıştı. Bunu yaparken de kendi halkına ve bütün dünyaya yalan söyledi. Güya, Dersim’i etnik ve dini yapısından dolayı değil, medeniyetsiz ve vahşi bir ortamda yaşadıklarını, baskınlar yapıp çevre halklarına zarar verdikleri, çağdışı feodal sistem içinde yaşadıkları için, halkı sömüren bu feodal unsurların elinde kurtarmak, uygarlık götürmek, uygarlık nimetlerinden halkın yararlanmasını sağlamak için operasyon yapmak zorunda kaldıklarını sık sık tekrarlamışlardır. Operasyon yaparken de kandırılmış yoksul halkın can ve mal güvenliğine özen gösterdiklerini, sorunlarının sadece masum halkı kışkırtan çağdışı kalmış feodal unsurlardan bölgeyi temizlemek olduğunu, iddia etmişlerdir. Gerçeklerin böyle olmadığı, bölgede büyük bir kırım ile katliam yaşandığını her geçen gün yeni yeni ortaya çıkan belgelerden anlıyoruz.
Katliamları ve sürgünleri yeterli görmeyen devlet; Dersim’in Kızılbaş Kürt halkını tamamen yok etmek için birbirini tamamlayan iki farklı yöntemi aynı anda uygulamaya aldı.
1-Toplumun dini önderlerini aşağılayıp halktan soyutlamak.
2-Eğitim yoluyla toplumu asimile etmek.
Bir toplumu yok etmek için önce önderlerinden koparılmalı, onları aşağılayıp, toplumun gözünden küçük düşürülmeleri gerekir, yapılan buydu.
30 Kasım 1925 tarihinde çıkarılan “Tekke ve zaviyeler kanunu”yla, dinsel kurumlar yasaklandı; bundan Kızılbaşların dinsel kurumları da etkilendi. Ancak Kızılbaş inancının olmazsa olmazı olan ocakların kapatılması Kızılbaş inancının sonu demekti. Çünkü Kızılbaşların okulları, medreseleri ve yazıları yoktu, eğitim, ocaklarda sözlü olarak verilir, hafızaya kaydedilir, üç teli sazla da geleceğe aktarılırdı.
Talip-Pir ilişkisinin “feodal gerici zihniyetinin” ürünüdür diyerek engellenmesi, Kızılbaş inancını bitirdi. Yolun emridir diye talibine gitmeye ısrar eden Pir, yakalandığında en masumane haliyle önce sakalları kesilir, ardından halka teşhir edilerek küçük düşürülürdü; bazen de pirler olmadık işkencelere maruz kalırdı. 1930’lu yıllarında Erzincan’da valilik yapan Ali Kemali, şehir üzerinde yazdığı raporda Kızılbaş din önderlerini şöyle tanımlar: “Seyyit ve pirler, zeki olmakla birlikte genellikle cahil ve mudıldırlar. Saç ve sakalları birbirine karışmış, hemen hepsi kir içindedirler. İnançları nedeniyle asla yıkanmadıkları, vücutlarını temizlemedikleri için o kadar kötü bir koku yayarlar ki, yanlarına yaklaşmak işkencedir.(Kemali,1992,153)
Ocakların kapatılması, Kızılbaş/Kürt toplumunda asırlar içinde gelişen oldukça zengin sözlü edebiyatının da sonunu getirdi. Yazıları olmayan toplumlarda, toplumsal hafızanın çok güçlü olduğu bilinmektedir. Toplumsal belleğe kaydedilen bu zengin kültürel miras ne yazık ki günümüze ulaşmadan kayboldu. Bunun tek sorumlusu, Cumhuriyet rejimidir. Cumhuriyet, kuruluşunun ilk yıllarından itibaren, Kızılbaşlığı yasak inanç ilan etmesi ve Kürtçenin de hepten yok sayılması, bu sözlü edebiyatın yazıya geçmesini önledi. Kemalist ideoloji ile yetişen dönemin gençleri, içinde çıktıkları kültürü küçümseyip yok saydıkları için, bu yok oluşa katkı sağlamışlardır. 1961 Anayasasının sağladığı özgürlük ortamından yararlanan pirler, yeniden toplumsal hayat içinde göründüyseler de bu kez de “sosyalist” gençlerin saldırılarına uğradılar. Bu gençlerde tıpkı Kemalist gençler gibi pirleri, feodal gericiliği temsilcileri ve yoksul halkı sömüren asalaklar olarak suçladılar. Bu pirlere yapılan son saldırı oldu. Ezoterik bilgiyle yetişen ve yüzyılların bilgi birikimini taşıyan bu son temsilciler, bir daha gözükmemek kaydılar, toplumsal hayattan silindiler.
2-Eğitim yoluyla toplumu asimile etmek:
En etkili asimilasyon aracı eğitimdir; bunun bilincinde olan Kemalist kadrolar, Şark Islahat Planı doğrultusunda çok sayıda rapor hazırlandı ve bu raporlarda, Kürtlerin geri kalmış ilkel topluluklar olduğu vurgulanıyordu. Örneğin 1935 yılında dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafında hazırlanan raporda, kültür işleri de ele alınmıştı. Kürtleri eğitip, eğitmemek konusunda bir politika olarak tartıştıklarını açıkça dile getiren İnönü, ilköğretimi Kürtleri Türklüğe çekmek için “çok etkili bir vasıta olarak tanımlıyordu. Bilhassa mevzu Dersim olunca yörenin ve yöre insanının geri kalmışlığına vurgu yapılarak, Dersim harekâtlarının gayesinin Dersim’i “medeniyete açmak” olduğu belirtilmekteydi. Bu nedenle Cumhuriyet’in kurucu kadroları, Kürtleri “geri kalmışlık ve ilkellikten” kurtarmak için “uygarlaştırıcı” bir misyon üstlendiklerini belirtiyorlardı. Bu durum dönemin literatüründe “vazife-i temdin” olarak yer edinmişti. Asimilasyonun kadınlarda başlatılması halinde başarılı sonuçlar vereceği düşüncesiyle, bölgede kız çocuklarının okutulmasına öncelik verilmesi istenir.
İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, Dersim’de aileleri katledilen çocukların Türkleştirilmesi konusunda özel olarak ilgilenmesi için Kültür Bakanlığı’na bir talimat gönderir. (*6) Genelkurmay Başkanlığı’nın isteği ve İçişleri Bakanlığı’nın talimatı doğrultusunda Elazığ’da, Dördüncü Umumi Müfettişlik binasının hemen yanında Elazığ Kız Enstitüsü 1937-38 dönemi eğitim ve öğretime açılır. Böylece başta Kürtler olmak üzere, Türkiye’deki farklı etnik-ulusal, kültürel ve dini grupların asimile edilmesinde, yatılı okulların etkin bir biçimde kullanılması da bu tarihten itibaren başlayacaktır. Elazığ Kız Enstitüsü’nün açıldığı tarihin Dersim Katliamının hemen sonrasına gelmesi oldukça anlamlıdır; bir yandan askeri operasyonlar sürerken, soykırımın kültürel ayağı olarak da eğitim seferliği başlatılmış olur.
Dersim’den getirilen, Türkçe bilmeyen kızlar, temizlik bahanesiyle tecritte alınır, burada kimliksizleştirme ve kişiliksizleştirme operasyonundan geçirilir. Hademeler tarafından “dağ ayıları” “Kızılbaş Kürtler”, “vahşi Kürtler” gibi ağır sözler eşliğinde gelişi güzel saçları kesilir, bitlere karşı kafaları gazyağı ile ovulur. Ailelerinden uzakta, bilmedikleri bir yerde anlamadıkları bir dili konuşan, tanımadıkları insanlar tarafından hem duygusal hem de fiziksel şiddete maruz kalan kızlar, “kırpılan” saçları, zorla alınan kıyafetleri ve giydirilen okul üniformalarıyla, ürkek ve kendine yabancılaştırılmış bir şekilde yeni hayatlarına ilk adımlarını atıyorlar.
Bu ürkek zavallı yavruları, bir anne şefkatiyle sarıp sarmalayacak misyoner öğretmenlere ihtiyaç duyulacak ve kısa bir süre sonra Sıdıka Avar adında misyoner bir öğretmen bulunacaktır. Sıdıka Avar, İzmir Amerikan Kız Koleji’nde Türkçe öğretmenliği yaparken, gönüllü bir şekilde İzmir Kadınlar Hapishanesi’ndeki mahkûmlara da akşam dersleri vermeye başlaması üzerine misyoner olduğu iddiasıyla Mustafa Kemal’in dikkatini çeker ve onu geleceğin anne adayları olacak Dersimli kızları eğitmekle görevlendirir.
Kendisine verilen görevin ne anlama geldiğini, Elazığ Kız Enstitüsü’ne neden atandığının bilincinde olduğunu belirten Avar, “Dağ Çiçeklerim” adını verdiği hatıratında şunlara değinir; “Ama buraya niçin geldiğimi ben biliyordum. Genel Müdür Nurettin Boyman; ‘Şimdi Türk misyoneri olarak yatılıları özümseyeceksin. Atatürk’ün istediği bu.” Zaten Gazi Eğitim’de bu iş için okumamış mıydım? Şimdi diyet ödeme zamanı…
1940’ların başında daha etkin bir kurum olan Köy Enstitüleri açılır; parti devleti yönetiminde milliyetçi-militarist-öğretmenler yetiştirilecektir. Enstitülere alınan çocuklar, yatılı olarak tam beş yıl bir erozyona tabi tutarak benliklerini ve kişiliklerini tamamen yok ederek, kendi ideolojisine hizmet edecek birer gönüllü olarak yetiştirdiler. Kişilik ve öz benliklerinden arındırılarak, kendisine kazandırılan ırkçı-Türkçü yeni kimlikleriyle köylerine, birer misyoner olarak gönderildiler. Adeta Osmanlı devşirme sistemine geri dönülmüştü, mimari de Milli Şef İsmet İnönü’ydü.
İlk olarak Kızılbaş Kürtlerin yoğun yaşadığı Malatya’nın Akçadağ kazasında açılan Köy Enstitüsü’nün öğrencileri arasında ilk sırayı Elazığ Kız Enstitüsünün başarılı öğrencileri alır. Dersim’in dağ köylerinde 1940’ların sonunda öğretmenlik yapan genç kadınların hemen hepsi Sıdıka Avar’ın “Dağ Çiçeklerim” dediği bu kızlardı. Bu genç öğretmenler, Sıdıka Avar gibi köylerden çocuk toplayıp eğitmek, Türkçe öğretmek ve köylerini “medenileştirmek” için uğraştılar. Yerli olmaları onların çocuklara erişimini kolaylaştırdığı gibi eğitimin bu kadınlara kazandırdığı statü de okulları cazip hale getiriyordu. Hiç şüphesiz Dersim’in eğitim istatistiklerinde en üst sıralarda ve en parlak sicile sahip olmasında bu kadınların rolü büyüktür, aynı etki asimilasyon için de geçerlidir.
Köy Enstitülerinin verdikleri uygulamalı eğitimle birçok entelektüel tarafından “sosyalist eğitim” veren ilerici kurumlar olarak tanımlanmıştır; kırsalı, cumhuriyete entegre etmek, Kemalizm’i bir ideoloji olarak benimsetmek vs. düşünüldüğünde elbette ki başarı olmuşlardır. Fakat bu okulların esas amacının Türk aydınlarının, ilerici kesimlerinin, değinmek istemedikleri, verdikleri Kemalist, ırkçı-militarist eğitimle, kırsaldan yaşayan yoksul Kürt çocuklarını devşirmek, devşirdiği bu çocukları tekrardan köylerine göndererek köylerinin tümünün dilini değiştirmeyi, Türkçeyi, zorunlu konuşma dili haline getirmeyi ve asimilasyonu tamamlamayı hedeflemiş olmasıydı.
“Üretici eğitim” gibi sosyalizmi çağrıştıran bir eğitim veren bu okullara iktidar ki muhafazakâr Demokrat Partisi (DP) tahammül etmedi. Önce Köy Enstitüleri’nin sonunu getirecek karalama kampanyası başlatıldı. Enstitülerin “Bolşevik yuvası” olduğu, eğitmenlerinin “Kızılbaş-komünist” olduğu, kız ve erkek öğrencilerin birlikte eğitim görmelerinin bu okulları “fuhuş yatağına” çevirdiği, yaygarası koparıldı. Komünistlikle, vatan hainlerini yetiştirmekle suçlanan Köy Enstitüleri 1952 yılında kapatıldı. Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla Kürt çocuklarının eğitim yoluyla asimilasyonu son bulmadı, 1960’lı yıllardan itibaren yerini “ Yatılı İlköğretim Bölge Okullarına (YİBO)” bıraktı…
Türkiye 1960’larda hareketlenen 1970’lerde zirve yapan, toplumsal/sosyal gelişmesiyle devletin ekonomik/siyasal yapısı arasında giderek derinleşen bir krizin yaşanmasına neden oldu. Bir türlü çözülemeyen kriz, giderek iç çatışmaya dönüştü; devlet, paramiliter ve kontra güçlerini devreye sokarak savunmasız sivil halktan çok sayıda insan öldürüldü. Fakat esas hedef Kızılbaş Kürtlerdi. 1978 yıllında Malatya’dan başlayan kırımları aynı yılın Aralık ayında Maraş’ta kitlesel kırıma dönüştü, onu, Mayıs-Haziran 1980’de Çorum katliamı izledi. Yine hamile kadınlar süngülendi, çocuklar öldürüldü, Kızılbaş Kürtlerin dükkânları, evleri, bağları-bahçeleri yağmalandı. Halk göce zorlanarak kadim Kızılbaş Kürt şehri olan Maraş bu insanlardan arındırıldı. Kitlesel kıyımlar 1990’larda devam etti, 1993 Sivas Madımak faciası ve 1995 yılın bahar aylarında İstanbul Gazi mahallesi yaşanan kıyımlar, bu süreçte yaşandı. Ancak, Kızılbaş Kürtlere en büyük darbeyi 12 Eylül 1980 askeri faşist cuntası vurdu.
Faşist Cuntanın Kızılbaş/Kürt köylerine nasıl abandığını, dönemin Dersim Valisi Kenan Güven’in tutuğu arşiv notları gözler önüne seriyor; tam bir İslamlaştırma ve Türkleştirme politikası uygulanıyor. Cuntanın, 10 Eylül 1982’de Dersim’e Vali olarak atadığı Emekli General Kenan Güven, bir karabasan gibi Dersim’in üzerine çullanıyor. Darbenin hemen ardından ‘din birleştiricidir’ sloganıyla kasaba ve köyler hedef alınıyor. Tunceli’de bir yandan peş peşe Kuran kursları açılıp köylere cami yapılırken, bir yandan da başta Ankara, İstanbul, Edirne müftüleri olmak üzere, çeşitli müftüler davet edilip bütün ilçelerde ‘Doğu İrşat Konferansları’ adı altında faaliyetler tertiplenmeye, vaazlar verdirilmeye başlandı. İrşat heyetleri gittikleri yerlerde İslam dinini övmekte, sosyalizmi, komünizmi ve bu ideolojinin önderlerini din düşmanı, birlik düşmanı, namus düşmanı olarak göstermekte, halkı bu düşüncede olanlara karşı cihada çağırmaktaydılar. Güven’in görev yaptığı 4,5 yılda 5 bin çocuk, ‘Müslümanlaştırılmak’ üzere Dersim dışındaki şehirlere Kuran Kurslarına gönderildi. Kız ve erkek çocuklarından oluşan öğrenciler yatılı Kuran kurslarında hem Müslümanlığı hem de ‘Türklüğü’ öğreniyorlardı. Ancak bu sayıya, Dersim’de açılan Kuran kursları ve İmam hatip okullarının dâhil değil.” ( Platforma Kurden Alewi.)
1980’lerin ikinci yarısında devlet, Alevilerden yararlanmak için başvurdu. Devletin Alevilere başvurmasının iki nedeni var.
1-Yükselen Kürt ulusal hareketine karşı, Kızılbaş Kürtlerin katılımını önlemek.
2-Yükselen radikal İslam’a karşı Alevilerden bir denge unsuru sağlamak.
Bu çerçeve içerisinde devlet, Alevilerin Cemevi çatısı altında örgütlemelerine izin verdi. Devletin istediği minaresiz cami oluşturarak Alevileri kontrol altında tutmaktı ve bu çabasında oldukça da başarılı oldu. Şehirleşen Aleviler, resmi doktrinin etkisinde kalarak, eski inançlarından koparken, Bektaşiliğe sığındılar, Bektaşilik içinde İslam’ı bir meşruiyet kazanmaya çalışıyorlar. Hacıbektaş dergâhı bugün Alevilerin hac yeri olma durumuna gelmiştir. Günümüzün bu tür Cemevleri, devletin başaramadığı İslamlaştırma çalışmalarını tamamlama misyonunu yüklenmişlerdir.
Günümüzde dahi Kızılbaş/Kürtler çok yönlü bir saldırı ve baskı altındadırlar. Devlet, çözümü asimilasyonda arıyor; İslam’ı ve Türkleşmeyi dayatıyor. Okullarda 4+4+4 sistemiyle ve AHİM kararlarına rağmen Kızılbaş-Alevi çocukları zorunlu din derslerine tabi tutulmakta, zorla namaz kıldırılmaktadır. Dolayısıyla Kızılbaş Kürtler hem dinsel hem de ulusal baskıya karşı karşıyadırlar. Devletin, başta eğitim olmak üzere Kızılbaş Kürtler üzerinde denediği tüm baskı ve ikna araçları, başarılı oldu mu? Elbette oldu, ama itirazı ve direnişi önleyemedi.
Kaynakça:
*Dündar Fuat; Modern Türkiye’nin Şifresi ve İttihat ve Terakki’nin Etnisite Mühendisliği (1913-1918), İletişim Yayınları, İstanbul, 2008
*Gürbey Hüsnü; Rızalık Toplumları; Eşitlikçi Tarım Toplumlarında Dinsel ve Siyasal Göüşler: Babek Yayınları, İstanbul, 2021
*Kemali, Ali; Erzincan: Tarih, Coğrafi, Toplumsal, Etnoğrafi, İdari, İhsani inceleme araştırma tecrübesi: Kaynak yayınları, İstanbul, 1992
*Kıeser, Hans-Lukas; Iskalanmış Barış, Doğu Vilayetleri’nde Misyonerlik, Etnik Kimlik ve Devlet 1839-1938: Çev: Atilla Dirim: İletişim Yayınları, İstanbul, 2005
*Maman Kamil; Kara defter; Atatürk’ün Silah Arkadaşı; İhsan Eryavuz Anlatıyor. Timaş Yayınları, İstanbul, 2014
*Tekin Gülçiçek Günel; Beyaz Soykırım, Belge Yayınları, İstanbul, 2009