Bir yanda deprem, diğer yanda doğa: Özel çevre koruma alanlarında neler oluyor?

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

“Biyolojik çeşitliliğin, doğal ve bununla ilişkili kültürel kaynakların korunması ve devamlılığın sağlanması amacıyla ilgili mevzuata göre yönetilen koruma statüsü bulunan kara, su ya da deniz alanlarıdır.” Bu tanım, Resmî Gazete’nin 19 Temmuz 2012 tarihinde yayınlanan sayısında “korunan alan” terimi için kullanılıyor.

Özel Çevre Koruma (ÖÇK) Bölgesi ise “Akdeniz’in Kirliliğe Karşı Korunması (Barselona), sözleşmesinin taraf ülkelere getirdiği bir yükümlülük gereği ülkemiz ve dünya ölçeğinde ekolojik öneme haiz ancak sanayi, turizm ve yapılaşma gibi baskılar nedeniyle bozulma veya yok olma riski altında oldukları için Bakanlar Kurulu Kararı ile özel koruma altına alınan alanlardır” olarak tarif ediliyor.

Türkiye’de Özel Çevre Koruma Kurumu Başkanlığı, 19 Ekim 1989’da yayınlanan kanun hükmünde kararname ile kuruldu. Şu anda ülkemizde Belek, Foça, Datça-Bozburun, Fethiye-Göcek, Gökova, Göksu Deltası, Gölbaşı, Ihlara, Kaş-Kekova, Köyceğiz-Dalyan, Pamukkale, Patara, Tuz Gölü, Uzungöl, Saros Körfezi, Finike, Salda Gölü, Karaburun-Ildır, Marmara Denizi ve Adalar olmak üzere 19 özel çevre koruma bölgesi var. Yani resmiyette var.

SERDAR DENKTAŞ GÖKOVA’YI ANLATIYOR

ÖÇK alanlarından biri de Muğla’nın Gökova bölgesi. Muğla Çevre Platformu (MUÇEP) Gökova gönüllülerinden Serdar Denktaş, Gökova’nın 1988 yılında ÖÇK bölgesi ilan edildiğini ve bölgenin büyük oranda birinci derecede doğal SİT alanı statüsünde olduğunu hatırlatarak, bölgenin bundan beş-altı yıl öncesine kadar nispeten iyi korunduğunu, ancak Çevre Şehircilik Bakanlığı’nın Türkiye genelinde yaptığı doğal SİT alanlarının koruma statüsünü değerlendirme çalışmasıyla her şeyin tepe taklak olduğunu anlatarak başlıyor sözlerine:

“Bakanlık bu çalışmayı yaparken de şimdiye kadar ÖÇK bölgelerinin daha doğrusu doğal SİT alanlarının bilimsel olmayan çalışmalarla belirlendiğini, bu işi ekolojik temelli bilimsel temelde yapacağını ileri sürdü ve projeyi başlattı. Türkiye’yi 22 bölgeye böldüler, bunlardan bir tanesi de Muğla bölgesiydi. Muğla bölgesi için bir ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu hazırlandı ve bu rapora bağlı olarak da bütün koruma statüleri yeniden belirlendi. Ne ilginçtir ki bu ekolojik temelli bilimsel çalışma sonucunda daha önce ‘kesin korunacak alan’ statüsünde olan yani eski deyimiyle birinci derece doğal SİT alanı olan yerlerin çok büyük bölümünün koruma statüleri düşürüldü. Yeni tanımlar getirdiler. Eskiden birinci, ikinci, üçüncü derece sit olarak tabir ediliyordu. Birinci derece en yüksek korumayı sağlıyordu, onun yerine ‘kesin korunacak hassas alan’ tanımı getirildi. İkinci dereceye karşılık gelen ‘nitelikli koruma statüsü’, üçüncü dereceye karşılık olarak da ‘sürdürülebilir koruma alanı’ tanımları yapıldı.  Ve eskiden birinci derece koruma alanı olan yerler büyük ölçüde ‘nitelikli’ ya da ‘sürdürülebilir’ koruma alanına dönüştürüldü, hattı bazı yerler koruma statüsünden çıkarıldı.”

MUÇEP’in bu bilgi üzerine kurulduğunu belirten Denktaş; “Çünkü bütün korunacak alanlarımız tehlike altındaydı ve yapılaşma tehlikesiyle karşı karşıyaydı” diyor ve devam ediyor:

“Burada ilginç olan bakanlığın bu çalışmayı bir sır gibi saklaması, hala saklıyor. Bilimsel çalışma yapılmış ama hiçbir şekilde, hiçbir yerde yayınlanmadı. Hatta bu raporu büyükşehir belediyesine dahi göndermediler. Sadece birtakım fotoğraflar gönderdiler. Artık yeni koruma statüleri bunlardır, dediler. Biz bu çalışmayı defalarca Bilgi Edinme Yasası kapsamında bakanlıktan istedik, verilmedi. Tam dört yıl sonra bu rapora ulaşabildik, o da şöyle oldu. Datça’da Alavara’da da koruma statüleri düşürüldü ve ona karşı Datçalı arkadaşların açtığı dava mahkemeye intikal ettiği için mahkeme bu raporları talep etti bakanlıktan, mahkemeye intikal ettiği için biz bu raporları nihayet görebildik. Peki, ne gördük? Tamamen masa başında, hiçbir şekilde saha çalışması yapılmadan hızlıca yapılmış ve yeni rant alanları oluşturmak üzere yeni statüler belirlenmiş.”

“İLK ÖNCE OKLUK KOYU ELDEN GİTTİ”

Raporda Gökova’nın ÖÇK bölgesi olarak ilan edilirken, bakanlığın tayin ettiği bilim insanlarının ‘modifiye alan’ diye bir tanım getirdiklerini de söyleyen Denktaş bu alanın tanımının da şöyle yapıldığı bilgisini veriyor:

“Zamanında biyolojik çeşitliliği olan ancak sonrasında aşırı insan baskısı, turizm gibi nedenlerle tehlike altına girmiş, yani özelliğini yitirmiş alanlar. Ve bu alanların statüsünü düşürmüşler. Ekolojik bilimsel yaklaşım böyle mi olur? Eğer bir tehdit varsa, bu tehditlerin bertaraf edilmesi gerekmez mi? Çevre Şehircilik Bakanlığı daha önceki yapısında Özel Çevre Koruma Kurumu vardı ve nispeten özerk bir yapıya sahipti. Bu yeni hükümetle birlikte bu yapı da değişti, önce bakanlığın yapısı değişti ve Özel Çevre Koruma Kurumu’nun o özerk yapısı kaldırıldı. Ve yani daha önceden üniversitelerle, bilim çevreleriyle yakın temas halinde bu çalışmalar yapılırken bunlar bir kenara bırakıldı ve bilimsel çalışmalar ihaleyle yapılmaya başlandı.”

Peki bu statü değişikliği Gökova’ya ne yaptı, nasıl bir tahribat oluştu? Denktaş bu sorumuza ise önce Okluk Koyu’nu hatırlatarak yanıt veriyor:

“İlk şu oldu, Okluk’taki Cumhurbaşkanlığı konutunun yapıldığı yer daha önce birinci derece SİT alanıyken, yani hiçbir şey yapılması mümkün değilken statüsü değiştirildi. Sorduğumuzda bakanlık yetkilileri açıkça söylediler, ‘Cumhurbaşkanımızın inşaatının bir an evvel başlaması gerekiyor, o yüzden oraya öncelik verdik’ dediler. İlk tahribat o oldu. Onun dışında bizim Gökova sulak alanının olduğu bölge, yani buradaki biyolojik çeşitliliğin kalbi diyebileceğimiz bölge nitelikli koruma statüsüne düşürüldü. Bir kısmı da sürdürülebilir korumaya düşürüldü. Kıyı alanında yapılaşma başladı. Kitesurf sporuyla ilgili okulların binaları yapıldı, ova içinden ciddi bir araç trafiği başladı. Bunların dışında bir karavan meselesi var, her yere karavanlar konulmaya başlandı. Bir ara Süzer Holding’le uğraştık, 14-15 karavan getirdiler ve karavan tatil köyü gibi bir şey planlamışlardı. Çünkü nitelikli koruma statüsü bunlara el veriyor, mücadelelerimiz sonucunda ondan kurtulabildik. O karavanlar kaldırıldı ama kitesurfun sahilde yarattığı tahribat devam ediyor.”

Serdar Denktaş; son yedi yılda Gökova sahilinde tahribatın gözle görülür olduğunu belirterek “Özellikle Azmak kenarındaki restoran ve otel işletmelerinin kıyık kenarını tahribatları çok ciddi olarak arttı, oradaki kamuya açık alanlar bir kere ticari alana dönüştürüldü. Yaptığımız bütün şikayetler de ne yazık ki karşılıksız kalıyor. Bakanlık yetkilileri, iki yıl önce toptan bir çalışma yapacaklarını söylediler ama henüz bir şey yapılmış değil” diyor.

MUĞLA VALİLİĞİ YASAYI ÇİĞNEYEREK YOL YAPTI

Peki şu an Gökova’da tam koruma sağlanan, gerçekten korunan yerler var mı?

Denktaş bu soruya yanıt vermenin çok zor olduğunu vurguluyor ve geçen yıl yaşanan bir vakayı örnek veriyor:

“Geçen yıl kesin korunacak alan statüsünde olan bir orman alanında valilik kanalıyla bir çevre yolu projesi başlatıldı, bunu tesadüfen valiliğin web sitesine girdiğimizden öğrendik. Valilik ve Ula Belediyesi, Ula Kaymakamlığı saha çalışması yapmışlar. Gittik, gördük ağaçlar kesilmiş, 20 metre genişliğinde 2 kilometre uzunluğunda bir alandaki bütün ağaçlar yok edilmiş, hemen bir suç duyurusunda bulunduk, öğrendik ki hiçbir yasal izin alınmamış. Vali hakkında bulunduğumuz suç duyurusuna Vali’nin imzasıyla, soruşturmaya gerek olmadığı şeklinde bir cevap geldi.”

Devlet tarafından yaptırılan ve adına ‘ekolojik temelli bilimsel araştırma raporu’ denen raporlarla bütün ülkedeki koruma alanlarının statülerinin düşürüldüğünü bir kez daha vurgulayan Denktaş; bunun korkunç bir tehlike olduğunun altını çiziyor ve önümüzdeki seçimleri de hatırlatarak şöyle diyor:

“Yeni kurulacak hükümetten talebimiz bakanlığın ‘ekolojik temelli bilimsel araştırma projelerini’ durdurmaları, statü değişikliğini geri almaları ve bunun için zaten yasal dayanak da var. Yani Sayıştay’ın raporları ortada, birçok usulsüzlük yapılmış. Korunan alanlar yeniden koruma statüsüne kavuşturulmalı, tehditler varsa da bu tehditleri ortadan kaldıracak çalışmalar yapılmalı.”

ADALAR’IN ESKİ SİLÜETİ YOK OLDU

Dünya Mirası Adalar Girişimi’nden Derya Tolgay, ÖÇK alanı olarak bilinen Adalar’ın yüz ölçümlerini hatırlatarak başlıyor yorumuna ve Büyükada’nın 5.4 kilometre, Heybeliada’nın 2.34 kilometre, Burgazada’nın 1.5 kilometre ve Kınalada’nın ise 1.3 kilometre olduğu bilgisini paylaşarak; Adalar’ın kendi ekosistemlerine sahip olduğunu, bu yönüyle İstanbul’dan ayrıştığını vurgulayarak devam ediyor:

“Adalar’ın henüz bozulmamış kesintisiz bir tarihi var, yüzde 60’a yakını ormanlık alan, son İstanbul diyebileceğimiz bir yer. Ancak ÖÇK bölgesi olmasına rağmen artık Adalar’da devasa mikserler, damperli araçlar ve kocaman vinçler görüyoruz. Öyle ki eskiden vapurla geldiğinizde adanın bir ön silüeti vardı, yeşil ve tarihi bir dokuyu görebiliyordunuz, şimdi orada sadece kocaman çıkmış vinçleri görüyorsunuz. Aşağı yukarı bir buçuk sene öncesine kadar Adalar yaya bölgesiydi, Atatürk’ün sanırım 1931’de ilan ettiği bir otomobil yasağı vardı, bu yasak bir buçuk sene önce kırıldı. Bugün ada yollarında birçok araç görüyoruz ismine elektrikli de dense, elektriğin nereden geldiğini de unutmamamız gerekiyor. Hangi enerji kaynağıyla biz bu elektriği üretiyoruz? O aküler nereye dönüşüyor?”

Derya Tolgay, Adalar için 1984 senesinin önemine dikkat çekiyor ve Adalar’da ilk kez belediye başkanının seçildiği bu senede, yönetime gelen ANAP’lı belediye başkanının “Adalılar benden inşaat istiyor” diyerek belediye meclisine de inşaat sektöründeki pek çok kişinin alındığını hatırlatarak şöyle konuşuyor:

“O zamanki kırımı size şöyle anlatabilirim. O kadar çok inşaat molozu çıkıyor ki, Büyükada İskelesi’ne yanaştığınızda çok geniş bir alan vardır. Orası bir falezdir ve falezlerden molozların tamamı denize dökülüyor, yetmiyor daha da çok moloz çıkıyor ve adanın doğu tarafındaki kumsal bölgesi bu inşaat molozlarıyla doluyor. Günümüzde o dolgu alanları değişen iklim krizi ve su seviyelerindeki yükselmeyle sular altında kalıyor, yani doğa geri alıyor. İlginç olan kamu idareleri doğayla büyük inatlaşmaya girmiş durumda doğayla, giden yeri tekrar asfaltlıyor, tekrar dolduruyorlar.”

TİRAJE DİKMEN’İN MİRASI YERİNE GETİRİLMEDİ

Derya Tolgay Adalar’daki tek tek önemli yer ve noktaların da tahribattan payını aldığını belirterek örnekler veriyor. Bu örneklerden biri Tiraje Dikmen’in evi.

“Tiraj Dikmen çok önemli bir sanatçı ve ailesinin yaptırdığı modern mimarlık mirası tescilli bir binası var. Dikmen burada yaşarken birçok insanla birlikte Adalar’ın elden gittiğini fark ederek bütün köşklerinin, modern mimarlık miraslarının doğasının yok olduğunu görerek kuvvetli bir çalışmayla Adalar’ın SİT bölgesi ilan edilmesini sağlıyor. Kendisi çok varlıklı bir insan ve ölmeden önce bütün mal varlığını, tablolarını, eşeklerini, evinin mobilyalarını, evini İstanbul Üniversitesi’nde burslu okuyan kız öğrenciler için bırakıyor. Fakat gelin görün ki maalesef vasiyeti getirilmiyor. Ve bu ev şu anda atanan kayyum avukat tarafından pansiyon, balıkçı lokantası olarak belli güç odaklarına veriliyor. Bugün o güzelim, üzerinde el işçiliğinin en nadide örneklerinin olduğu köşk, peynir kalıbı gibi beyaza boyanmış durumda, içindeki antika eşyalar kayıp.”

Derya Tolgay bir başka önemli yerin de Seferoğlu Korusu ve içindeki tarihi köşk olduğunu anlatarak sözlerine devam ediyor:

“Seferoğlu Korusu olarak bildiğimiz yine Adalar’ın ön peyzajından geldiğiniz zaman yemyeşil bir alandır ve muazzam tarihi bir köşk vardır, 1985 yılında mimar Perikles Fotiadis tarafından yapılmış birinci derecede tarihi eser. Koruda 450 kadar ağaç varmış eskiden, bunlar yok ediliyor. Bu alan dip dibe, yan yana apartman şeklinde üç-dört katlı binalar yapılıyor. Yassıada’ya yaptıkları gibi bu bölgeyi SİT alanı olmaktan çıkıp çıkarıp Seferoğlu turistik tesisleri ilan ediyorlar, denize sıfır binalar, oteller yapılıyor.”

“SADIK BEY PLAJI’NDA KENT SUÇU İŞLENDİ”

Adalar’ın talan edilen bir diğer önemli noktası ise Sadık Pey Plajı ya da Güzel Osman Plajı. Bu plajın önemi, ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün denize çivileme atladığı yer olması. Heybeliada’nın en güzel koylarından biri olan Sadık Bey Plajı’nda günümüzde bir kent suçu işlendiğini söyleyen Derya Tolgay “Peyzajı değiştiriliyor, topografyası değiştiriliyor, yeşil bitki örtüsü yok ediliyor, palmiyeler taşınıp getiriliyor ve yine devasa boyutta binalar yapılıp önüne de altı katlı bir apartman boyutunda Cevahir Holding aqua park yapılıyor. Aqua parkın inşaatı defalarca durduruldu. Üstelik bütün bu anlattıklarım ‘basit onarım’ izniyle yapılıyor. Örneğin Tiraje Dikmen evinde bahsettiğim düzenlemeler de basit onarımla yapılıyor, oysa basit onarımda bir evi otele çeviremezsiniz, lokantaya çeviremezsiniz. Koruma kurulları bunları görmezden geliyor, bütün kurumlar üç maymunu oynayarak işlerine devam ediyor.”

Derya Tolgay Asaf Plajı’na dair verdiği bilgelerde ise, sadece altı aylık dönemde kazanılan ranta dikkat çekiyor: “Orası da doğal SİT alanı, kıyısına 50 ton beton dökülüyor. Adalı bir avukat dava açtı, söküm kararı çıktı. Ancak belediye başkan yardımcısı sökmek için altı ay sezonun bitmesini beklediklerini söyledi. Nasıl paralar kazanılıyor biliyor musunuz o altı ay içinde, hayal edemeyeceğiniz miktarlar.”

Tolgay son olarak bir antroposen anıtı olarak Yassıada’ya sözü getiriyor ve 1960 askeri darbesinden, adanın Demokrasi ve Özgürlükler Adası adıyla müzeleşmesi sürecine kadar yaşanan süreci şöyle aktarıyor:

“2011 yılından başlayarak Yassıada adım adım, bir nevi hukuksal ayak bağından kurtarılarak, türlü SİT statüsü ve plan değişiklikleriyle tüm itirazlara rağmen inşaata açılıyor. Bu süreci özetlemek gerekirse, ada Hazine mülkiyetinde ve askeri alan olarak belirlenmişken 2011 yılında müze olarak kullanılmak üzere Kültür ve Turizm Bakanlığı’na tahsis ediliyor. 2011 yılının 1/5000 ölçekli planında Yassıada I. Derece Doğal SİT, Tarihi Sit ve üçüncü Derece Arkeolojik SİT alanı olarak gösterilirken, 2012 yılında Doğal ve Tarihi SİT statüleri kaldırılıyor ve ada Sürdürülebilir Koruma ve Kontrollü Kullanım Alanı olarak belirleniyor. 2013 yılında da yapılan plan revizyonlarıyla turizm ve kongre merkezi üst başlıklı her türden kullanıma açık hâle geliyor ve adanın ismi de resmen Demokrasi ve Özgürlükler Adası olarak değiştiriliyor. Nitekim 2015 yılında da dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Mimar Çiğdem Karaaslan tarafından adayı restoran, otel, müze, konferans salonu gibi yapılarla bir kongre ve turizm merkezi olarak işlevlendirmeye yönelik hazırlanan ve MESA Holding tarafından yürütülen projenin temel atma töreni gerçekleştiriliyor. Darbenin 60. yıldönümü olan 27 Mayıs 2020 tarihinde de Demokrasi ve Özgürlükler Adası’nın açılışı yapılıyor. Ve ada, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin neoliberal hat üzerinden ilerleyen kentsel siyasetinin canlı bir örneği hâline geliyor.”

Adalar’da “atların iyiliği” denilerek 800’e yakın atın öldürüldüğünü ve bunun bir kırılma noktası olduğunu belirten Derya Tolgay; atların bir günde ahırlara kapatılmasının, Adalar’ın yaya yolu statüsünün kaldırılmasının, bugün 10 binden fazla yasadışı akülü aracın Adalar’da var olmasının, çoğu devlet kurumu tarafından yapılan inşaatların her birinin birer gösterge olduğunu vurguluyor.

ERÇİL: BİR BAKANLIK HEM ŞEHİRCİLİK HEM ÇEVRECİLİK YAPAMAZ

MUÇEP Datça Gönüllülerinden Avukat Güngör Erçil, Datça’nın en önemli farkının bütün ilçenin doğal SİT alanı yani yeni adlandırmayla ÖÇK sınırları içinde yer alması olduğunu belirterek başladığı sözlerinde öncelikle Datça Bozburun Yarımadası’na dikkat çekiyor:

“1992 yılının Kasım ayında ilan edilen Bakanlar Kurulu kararıyla ilan edilen ÖÇK kararının kötü gidişatın başlangıcı olduğunu düşünüyorum. 2014 sonlarında yürürlüğe konulan çevre düzeni planından sonra hem Datça’da hem de Hisarönü Yarımadası’nda doğal SİT alanları ilan edildi.”

ÖÇK’ların yararı düşünüldüğünde esas sorumlu olan koruma kurullarının idari kurumlara dönüştüğünü belirten Erçil; sorunun ana kaynağının devletin örgütlenmesi olduğuna dikkat çekiyor ve “Bir bakanlık hem çevre hem şehircilik bakanlığı olamaz” diyerek şöyle devam ediyor:

“Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı yönetilemez düzeyde büyümüş durumda. Bu bakanlık hem koruma işlevini yerine getirmekten söz ediyor, hem şehircilik ilkelerinden. Bunlar birbiriyle çelişen şeyler. Şehirleşme ve korumanın birbiriyle zıt olduğu çok açık. Bu çerçevede bakanlığın kesinlikle bölünmesi lazım, zaten 2019’daki 2020’deki 2021’deki Sayıştay raporları da bakanlığın yönetilemediğini gösteriyor.”

Av. Güngör Erçil, bir ÖÇK bölgesi olan Datça’nın kaçak yapılaşma ile karşı karşıya olduğunu, belediyenin bununla az ya da çok uğraştığını ama ilçenin bir ÖÇK bölgesi olmasına rağmen bu yapılaşmaya göz yumulduğunu belirtiyor:

 

“Datça’da birçok doğal SİT alanı, kültürel SİT alanı, arkeolojik SİT alanı var. Buna rağmen değişik biçimler altında kaçak yapılaşma sürüyor. Bence bu sorun, bir süre sonra bütün Türkiye’nin derdi olacak.”

Karavanla yapılan yerleşimlerin de kaçak yapılaşma sayıldığını, plaka alma zorunluluğunun yapı olmasını engellemediğini belirten Erçil şu bilgileri veriyor:

“Su, elektrik, atık su gibi ihtiyaçlarla ilgili bir çeşit arkadan dolanma yöntemi yaygınlaştırmış durumda. Mesela komşudan alınıyor elektrik, su.”

 

“KORUMA-KULLANMA DENGESİ”NDE İNİSİYATİF KULLANMADAN YANA

Karavanların yapı sayılmaması durumunda tüm arsaların karavanlarla doldurulabileceğini söyleyen Erçil, Datça’ya dair yaşananları şöyle ifade ediyor:

“Bu sorun Datça’da giderek yaygınlaşıyor, giderek bütün Türkiye’ye de yayılacak. Bunun varacağı yer, koruma mantığının tümüyle terk edilmesi olacaktır. Datça açısından bakıldığında pek çok sorun var, mesela Bakanlık tarafından korumalı alanlar yönetmeliğine uygun olmayacak şekilde, çevre düzeni planında değişiklikler yapılıyor. Planlar delik deşik olmuş durumda. Yani koruma işlevi tartışmalı olan çevre düzeni planı dahi, parsel düzeyinde değiştiriliyor. Mevzuata ‘koruma-kullanma dengesi’ diye bir kavram girmiş durumda; koruma- kullanma dengesi dendiğinde artık kullanmayı amaçlayan değişikliklerin yapılacağını anlıyoruz.”

Avukat Güngör Erçil, kıyı bölgelerinde artan nüfusun da bir başka tehlike etkeni olduğuna dikkat çekerek, pandemi döneminde belediyenin Datça-Bozburun Özel Çevre Koruma Bölgesi’nin nüfus öngörüsünün 35 bin kişi olduğunu ancak Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanlığı’nın aynı bölgeye 50 bin kişilik nüfus öngörüsü yaptığını belirtiyor:

“Bunun adı gayrı ciddiliktir. Birinde 35 bin diyorsunuz, başka bir planda 50 bin. Pandeminin büyük şehirlerden kıyılara ciddi bir akım yarattığını bütün Türkiye biliyor, şu anda Datça’da nüfusa kayıtlı olanın iki katı kadar nüfus olduğu söyleniyor, bu bizzat belediye başkanının verdiği rakam. Türkiye’de artık bir gayrimenkul rant düzeni işliyor, koruma amacı iyice geriye itilmiş durumda.

Eğer siz korumayı ekonomiye bağlarsanız ekolojiyi es geçmiş ve ekolojik varlıkların yok edilmesine göz yummuş olursunuz. Türkiye’de açıkça bu yapılıyor, ekoloji ekonomiye feda edilmiş halde, kalkınma adı altında doğaya saldırı devam ediyor. İklim krizi önlemlerinde Muğla pilot illerden biri, Avrupa Birliği finansal destek sağlıyor ancak bu eylem planında çok ilginç bir şekilde termik santrallerin iklim değişiminden nasıl etkileneceği, sigortacılık sektörünün bunun karşısında ne yapacağı tartışılıyor. Bunun ekolojiğiyle, ekolojik varlıkların korunmasıyla ilgisi yok.”

İMAR AFFI İLE YASA ÇİĞNENDİ, ÇİĞNENİYOR

Devletin kamu adına doğayı korumakla görevli olduğunu hatırlatan Erçil; “Ancak Türkiye’de yurttaşın devlete karşı doğal varlıkları, ekolojiyi korumak gibi bir durumu var, benim bizzat davacı olduğum dava sayısını artık hukukçu olarak neredeyse unuttum” diyor ve özellikle altını çizdiği imar affı meselesine dikkat çekiyor:

“2017’de İmar Kanunu’na bir geçici madde eklendi, Kültür Varlıklarını Koruma Kanunu özel bir kanun olmasına rağmen korunan alanlara imar uygulanmaya başlandı ve uzatılırsa bir süre daha uygulanacak. Ve bu İmar Affı Kanunu’nun ‘koruma-kullanma dengesi’ denilen tabirden hoşlanmıyorum ama koruma işlevinin çok ciddi biçimde yara almasına yol açacağı açık. Keza Özelleştirme İdaresi korunan alanlarda planlar yapıyor, Çevre Kanunu’na göre de Kültür Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu’na göre de Özelleştirme İdaresi özellikle özel çevre koruma bölgelerinde plan yapamaz. Ama yürüyor bunlar, hukukçu olarak utanç verici bir şey olduğunu altını çizerek söylüyorum, yürüyor. Ve açıkça kanun çiğneniyor.”

Bir yanda deprem, diğer yanda doğa: Özel çevre koruma alanlarında neler oluyor?
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA