Ferhat Tunç’un savunması: Aslında yargılanmak istenen ben değilim…

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Sanatçı Ferhat Tunç sosyal medya hesaplarından yaptığı paylaşımlar nedeniyle ”terör örgütü propagandası” yargılanıyordu. Dün görülen dava duruşmasında 1 yıl 11 ay 12 gün hapis cezasına çarpıtıldı. Mahkeme Tunç’un ertelenmiş cezaları olduğu gerekçesiyle hükmün açıklanmasını geri bırakmadı. Ayrıca daha önce aldığı ve ertelenen 4 cezayla ilgili kovuşturmaların yeniden başlatılması için ilgili yerel mahkemelere verilen kararın gönderilmesine karar verdi.

Gazetemizin yayın kurulu üyesi ve Dersim Araştırmaları Merkezi yöneticisi sanatçı Ferhat Tunç’un İstanbul 36. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yaptığı savunmanın tam metni aşağıdadır.

Sanat, ilk insan topluluklarından günümüze ‘ifade’ aracı olarak tanımlanıyor. İnsanın mesele edindiği her şey, sanatta estetize edilerek konu edilir. Yani eğer sanatçı kimliğimize sahip çıkmak istiyorsak, onun dünyanın gerçeğini estetize ettiğini de biliriz. Yine niteliği gereği bazı gelişmeleri öngörebildiği gibi, yaşanmış güncel olaylarla ilgili söz hakkı da alabilen bir iş yapıyorum. Bu hak, herhangi bir politik görüşe ya da ideolojiye bağlı olmasından değil, sanatın temel ilkelerinden ileri gelir. Aynı zamanda sanatçı toplumsal değerleri savunan ve bu değerlere üretimiyle katkı sunan bir aydındır da.

Sanatçıyı ayakta tutan popülizm değil, işte bu kimliğidir. Bugün ilkel bir milliyetçiliğin ucuz sloganlarıyla coşanlar, sadece kendilerine benzemeyenleri cezalandırabilmek, üstün olduklarını hissedebilmek ve aydınları küçümseyebilmek için binlerce yıllık bilim ve sanat birikiminin sağladığı huzurdan vazgeçiyorlar. Haliyle suçlamalara konu yapılan sözlerimi esirgemezken, aslında sanatın ilkelerine de sahip çıkmaya çalışıyorum. Sanatçılar için mutabık olunan ve hatta onlardan beklenen, güncel ve duyarlı olmalarıdır. Ben de hiçbir gücün sundukları ya da dayattıklarına aldırış etmeden, toplumun bu beklentisine denk düşecek çabanın içinde olmaktan hiç nedamet duymadım.

Koşullara ve iktidara göre hareket edenlerin en başta sanatın kendisine ihanet ettiğine eminim. Sanatçı bir yerin propagandasını yapmaz; insani bir refleksle sanatsal bir sorumluluk geliştirir. Ben de bunu yaptım. Sanatçının, politikanın yahut sadece teorik alanların algıladığı yerden değil, meselelerin içinden ve objektif bir bakış açısı geliştirmesi gerekir. Sadece insanın yanındadır, her koşulda onun var oluşunu, haysiyetini savunur. Teknik ve teorik donanım dışında, sanatsal ifadesi ve duyarlılığıyla gelişen edebiyat ve sanat alanlarında üreten insanlar, bu alanların temel tanımları ve gereklilikleri üzerinden yargılanamazlar. İnsanın dil ve beden dışında ifade olanaklarını geliştirmediği, sanatsal kaygıyla hareket etmediği yerlerde bile göstermesi gereken temel refleksler, sanatçının ta kendisidir.

Sanatçılardan insanın umudunu, kederini yok sayması değil, bunu duyması, sahiplenmesi, bir biçimde ifade etmesi ve yeni olanaklar için ilham vermesi beklenmelidir. Sanat ve sanatçılar bir ideolojiye sığdırılamaz, toplumların vicdanı olduğu için de yargılanamazlar. Yargılama saiki ile hareket edenlerin tek amacı olabilir: Sanatçıları ve aydınları susturmak. Tarihten beri iktidarlar bunu denediler. Ne sanatçılar sustu ne de toplum tek tipleşti. Toplum mühendisliğine soyunan hiçbir iktidarın esamesi bile okunmuyor. Ama susturmaya çalıştıkları sanatçılar, binlerce yıldır eserleriyle yaşıyorlar.

Arkeolojik kazılardan çıkan o muhteşem eserlerden tutun günümüze kadar üreten insanların katkılarıyla dünya güzelleşiyor. Baldıran zehrini içen Sokrates, sürgün edilen İbn-i Sina, derisi yüzülen Nesimi, engizisyonun yaktığı Bruno ve adını anmadığım binlerce aydın ve sanatçı hâlâ yaşıyor. Bıraktıkları mirasla hâlâ dünyaya ve insanlığa hayat veriyorlar. Peki, yargılayanlara ne oldu? Bir hiç olarak adları bile bilinmiyor.

24 albümüm var ve 35 yıldır bu özetlediğim hakikatler temelinde yaşamaya gayret ediyorum. Para, korku, statü, teslimiyet gibi sözcüklerle aynı cümlede adımın anılmaması için yaşadım. Toplumun kederini anlamlandırmak, pırıl pırıl umudunu körüklemek için yaşadım. Sanatçılığın doğasında muhalefet var. Mazlumun dili olmak ve toplumsal duyarlılık yaratmak gibi asli bir görevi de var. İktidarların hoşuna giden şeyleri yapmak, tabiri caizse saray soytarılığıdır. Elbette iktidarların yaptığı iyi şeyler de takdir edilebilir. Örneğin çözüm süreci gibi.

Aynı zamanda, merkezi Danimarka’nın başkenti Kopenhagen’de bulunan Dünya Özgür Müzik Forumu’nun (Freemuse) Türkiye Elçisiyim. Bu payenin, dünyanın değişik ülkelerinden baskı ve sansür altında yaşayan sanatçılara verilen bir paye olduğunu da belirtmeliyim. 35 yıllık sanat hayatımda ülkemde ödül yerine payıma soruşturmalar, konser yasakları ve tutuklanmalar düşerken,  2010 yılında İngiltere’de Dünya Özgür Müzik Ödülüne layık görüldüm.

Beni siyasi bir aidiyette ve çabada en çok heveslendiren de, barışta bir emeğimin olma ihtimalidir. Siyasi meselelere ilgimi bu ihtimal belirliyor. Zaten barışın yeşermediği bir toplumda ne yazık ki ekonomiyi de, çevre sorunlarını da, sanatı ve kültürü de hakkıyla konuşamıyoruz. Savaş tüm enerjimizi alıp götürüyor; ayrıca bu alanlara da sıçrıyor. Haliyle benim barışla ters düşen bir fikrimin, hissimin olması beklenemez; hem duygularıma, hem de mantığıma tekabül etmez.

Kürt sorununun silahla, savaşla çözülmeyeceğini birkaç yıl önce kabul eden hükümetin güncel politikası değişti diye gerçeği inkâr edecek değiliz.

Suçlamalarınıza gelince…

Dünyanın en barbar örgütüyle mücadele edenleri övdüğüm için pişmanlık duymuyorum.

IŞİD denen barbar örgütün zulmüne maruz kalmış bir halkın acısını dile getirmenin değil, tam aksinin sorgulanması bana daha vicdanlı ve akla yatkın geliyor. Bu saikle de bakınca, böyle bir iddianame için pekâla niyet okuması yapabilirim; sanatçı duyarlılığımı halkın acısına temas ettirmem son derece kötü niyetli olarak ‘terör örgütü propagandası’ sayılıyor.

Sayın yargıçlar,

Kobani sürecini çok yakından takip eden bir sanatçıyım. Hatta son çıkan albümlerimden biri ‘Kobani’ adını taşıyor. Bütün dünyaya korku salan, insanlığın ortak değeri olan tarihi kentleri yok eden IŞİD terör örgütünün, Kobani’ye dönük saldırı sürecinde Suruç sınır bölgesindeydim. Sadece benim değil, bütün dünyanın gözü ve kulağı Kobani’deydi. Yetmedi, Kobani’ye geçtim, bir hafta boyunca savaşa tanıklık ettim.

Bu tanıklığımı ülke ve dünya medyasında yazarak ve anlatarak dile getirdim. Kobani’ye nasıl geçtiğimi merak ediyor olabilirsiniz. Tamamen yasal mevzuata uygun, dönemin Şanlıurfa Valisinin resmi izniyle gittim.

IŞİD’in kadınları kaçırıp köle pazarlarında satması, kendisinden olmayan insanların kurbanlık koyun gibi başlarını kesmesi, zorla alıkoyduğu çocukları birer katile dönüştürmesi karşısında susulmasını mı bekliyordu, iddianameyi hazırlayanlar? YPG, YPJ bu barbarlar ordusuna karşı halkı savunuyordu ve onları andığım için suçlanmayı reddediyorum.

Güncel politika değişince ‘terörist’ ilan edilen PYD Lideri Salih Müslim’i Ankara’da ağırlayan ben değildim; devletti. Kaldı ki keşke bu temasları devam ettirme iradesi gösterilseydi ve savaşın diline ve doğrudan kendisine mahkûm bir sürece girmeseydik. Bir sanatçıyım ve iktidarlar gibi düşünmek zorunda değilim.

22 Kasım 2015 tarihinde yaptığım paylaşım üzerinden ise IŞİD’e karşı savaşırken hayatını kaybeden Aziz Güler’i andığım için suçlanıyorum. Aziz, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşıydı ve barbarlığa karşı kayıtsız kalmadı. Cenaze töreninde de ailesiyle acısını paylaştık. Bir cenaze töreninden ötürü yargılanmam sizi rahatsız etmiyor mu? Nasıl ki Aysel Tuğluk’un annesinin cenazesine saldırıldığında hepimiz ortak tepki gösterdiysek, bir cenazenin töreninde bulunmak da aynı insani çerçeveden ele alınmalı. Bu vesileyle Aziz Güler’i bir kez daha anmaktan gurur duyuyorum!

Abdullah Öcalan’la ilgili yaptığım bir paylaşım da yargılanmama konu yapılmış. “Milyonların ‘önderim’ dediği Öcalan ile ilgili endişeler giderilmelidir. Tecridin son bulması için” demişim. Tam olarak hatırlamıyorum ancak tecrit koşullarını protesto etmek adına cezaevlerinde açlık grevlerinin başladığı bir dönemdi. Ben de bir sanatçı olarak, insanların cezaevlerinde ölmesine karşı çıkıp, tepkimi dile getirmiştim. İfade özgürlüğü kapsamında değerlendirilmesi gereken bu görüşümün ‘suç’ olarak tanımlanması doğru ve adaletli değil.

Madem Öcalan’ın bir ‘önder’ olmasıyla ilgili kuşkular vardı da, hükûmet ve devlet yetkilileri, Çözüm Sürecinde, İmralı Adası’nda kendisiyle defalarca görüşürken, bunu neye dayandırıyordu? Devlet ve hükûmet, Kürt halkının temsilcisi olarak Öcalan’la görüştü. Ayrıca o süreçte Bülent Arınç’tan tutun Beşir Atalay’a kadar onlarca AKP’li siyasetçinin Öcalan’ı öven beyanları var.

Ayrıca Çözüm Sürecini doğru buluyordum ve yine bu sürecin başlatılmasını umut ediyorum. Bazı liderlikler kendilerini dayatır, bazılarını da toplum yaratır. Çözüm süreci devam edip gerçek manada bir sonuca bağlanmış olsaydı, bu ülke şimdi bu sorunlarla mı boğuşurdu…15 Temmuz gibi lanetli bir süreci mi yaşardı… Savaş, ölüm, gözyaşı; bütün kötülüklerin ayyuka çıktığı bu karanlık günleri mi yaşardık? ‘Güvenlik’ kılıfıyla Dersim ve pek çok yerde ormanlar; kuşlar, böcekler ateşe verilir miydi? İnsanların “işsizim” deyip kendini yaktığı bir dönemi mi görürdük? “Maaşlarımız verilmiyor, tahtakuruları kanımızı emdi, kötü koşullarda çalışıyoruz” diyen işçiler mi tutuklanırdı? Daha birkaç gün önce oğluna pantolon alamayan İsmail Devrim yaşamına son verdi. Bu bir intihar değil, uygulanan bu politikaların yol açtığı cinayettir. Bu tür ölümler, savaşa ayrılan bütçenin halktan esirgenmesinin sonucudur. İşsizlik, pahalılık, zamlar, krizler ve fakirlik bu kadar yayılır mıydı?

Sizler de biliyorsunuz ki asıl zenginlik demokrasidir. “Çözüm sürecini rafa kaldırdık” diyenler bugünkü acı tablonun sebebi oldular. Bu krizden çıkmanın reçetesi de yine demokrasi ve normalleşmedir. Demokles’in kılıcı gibi yargıyı topluma karşı kullanmak, sudan bahanelerle sanatçı ve aydınlara dava açıp cezalandırma sarhoşluğuyla hareket etmek bu ülkeye bir şey katmıyor. Emin olun ki böyle bir ülkeye dış yatırımlar gelmez. Son yıllarda Türkiye’de olduğu gibi kaçar. Zaten bu kur krizi de bu üretimsizlik ve hukuksuzluktan geliyor. Hukukun olmadığı hiçbir yere kimse parasını yatırmaz.

Rojava Demokratik Özerk Yönetimi’nin Norveç’in başkenti Oslo’da temsilcilik açtığını kutladığım için de suçlanmışım. Tekrar hafızamızı canlandıralım; PYD Eş Başkanı Salih Müslim’in Ankara’ya gelip, resmi makamlar tarafından ağırlandığı dönemlerdi. Ben de IŞİD terör örgütüne karşı birlik kuran Suriye halklarının bu oluşumunu ‘hayırlı’ buldum ve bunu internet ortamında ifade ettim. Orantısız bir savaş karşısında topraklarını savunan insanların birliğini kutladığım için de pişman değilim. Üstelik aynı günlerde Oslo’ya davet de edilmiş, başka programlarım nedeniyle gidememiştim. ‘Hayırlı olsun’ temennimi yasa dışı kabul eden savcı, o toplantıya şarkı söylemek için gitmiş olsaydım, müebbet bile istermiş! Üstelik Oslo’da olduğu gibi keşke Ankara’da da açılmış olsaydı.

Kürtlerle temas kurulup Rojava ve Türkiye arasında kültürel ve ticari köprüler kurulmuş olsaydı kimin zararına olacaktı? Bugünkü ekonomik sıkıntılar yaşanır mıydı? Ayrıca oradaki Kürtlerin milyonlarca akrabası sizdeyken bu siyaseti sürdürmek akıl kârı mı? Oradaki halkla temas kurup tarihi bağları güçlendirmek yerine bugün izlenen politika iflas etmiştir. Olan yüzlerce cana ve taviz olarak verilen bu ülkenin zenginliklerine oldu. Umarım, bir gün bu yanlıştan dönülür.

Aslında yargılanmak istenen ben değilim ve bunun farkındayım. Benim şahsımda Kobani, Rojava yargılanmak isteniyor. Benim şahsımda toplumsal barış adına konumlanan herkes ve her pratik yargılanmak isteniyor. Yargı kurumu hükümetin politikasına göre suçlamada bulunuyor, karar vermek istiyor.

Sonuç olarak hakkımda hazırlanmış olan iddianamenin objektif hukuktan yoksun ve tamamen cezalandırma esaslı hazırlanmış olduğunu düşünüyorum.

Bahsi geçen suçlamalar; delilden yoksun, ön yargılı, doğrudan yoruma dayalı, Kürtlere düşmanca yaklaşım gösteren bir mantığa sahip. Bu suçlamalar, binlerce yıldır kardeşçe yaşayan Kürt ve Türk halklarına yapılmış bir haksızlıktır ve bu topraklarda yaşayan halklar arasında ayrımcılığı körükleyecek niteliktedir.

Anadolu’nun kadim kültürleri adına; birlikte yaşayan halkların arasına ayrılık tohumları ekecek söz ve iddialardan imtina etmemiz gerektiğini düşünüyorum.

Hannah Arendt, dünya savaşlarından sonra tarihin inkârına başlandığını söyler. Müsebbibi de egemen siyaset dünyasıdır. Günümüzde de bu gelenek gerek tarihsel gerçekler, gerekse güncel gelişmeler çarpıtılarak korunuyor. Haliyle kimin neden, nasıl savaştığına, nerede konumlandığına dair devletlerin çok sık kandırmacaya başvurduğunu görüyoruz. Mikrofon uzatılan sanatçılar ve hatta hiçbir yurttaş, bu kötü geleneğe alet olmak zorunda değil.

Mikrofon uzattığınızda hiçbir yurttaş siyasetçilere, aslında özünde hükûmet üyelerine derin bir güven duyduğundan söz etmez. Yöneticiler eşittir halkı oyalayan, kandıran halini almıştır. Tabii söz konusu farklı toplulukların hakları olunca bazı kesimlerin ‘çocukluk hastalığına’ yakalanmasından da kaçamıyoruz. Oysa bir park alanı için, üç kuruşluk zam için bile yalana başvuran yöneticilerin, savaş, çatışma gibi büyük meselelerde saf doğruyu söyleyeceğini düşünecek değiliz. Güçlerin argümanlarına koşulsuz güvenmek yerine, ne yaptıysam, sanatçı duyarlılığıma sığınarak yaptım ve pişman değilim.

Dolayısıyla bana isnat eden suçlamaları kabul etmiyorum. En nihayetinde, adaletin ve hukukun prensipleri göz önüne alındığında görülecektir ki, suçlamaların tamamı siyasidir.

Genel fikir özgürlüğünün önemiyle birlikte, dünyanın her yerinde, sanatın ve sanatçının özgürlükle bağına ayrıca değer verilir. Ben sanatın toplum yararını gözeten bir sanatçıyım. Düşüncelerimi açıklarken de bu hassasiyeti gözetiyorum.

Voltaire’nin artık çoğumuzun ezberlediği o meşhur bakış açısına layık olunmalı; ‘Söylediklerime katılmasanız da, onu söyleme özgürlüğümle ilgilenmeniz’ gerekir. İkinci bir seçenek daha var; ‘doğruluk değil zaferdir önemli olan’ diyen Hitler’i referans almak!

Bir süredir biz şanssız olabiliriz ama böyle karanlık zamanların kalıcı olma şansı da yok. Bu zamanları sinerek, susarak değil, inandığım her ne varsa onları daha gür seslendirerek geçirmeye kararlıyım. Bunun için ne bir hapis cezası ne de ölüm tehditlerinin karşılığı olabilir.

Hukuka da, fikir özgürlüğüne de sahip çıkmak adına bu davanın düşmesi gerektiğine eminim. Bu ülkede hâlâ hukuku gözeten ve koruyan, adalet ve vicdanla hareket eden mahkemelerin olduğu inancıyla sözlerimi bitiriyorum.

Ferhat Tunç’un savunması: Aslında yargılanmak istenen ben değilim…
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA