AKIN YANARDAĞ – EYÜP HANOĞLU
Romanın içinden alıp başlığa çıkardığımız bu alıntı, Hasan Ağırdağ’ın “Rabat” adlı romanını iyi anlatıyor aslında. Rabat kalesi etrafında çarkı dönen; o kara zamanların ve kişilerin mahzenine inen bu elimizdeki kitap; anlatımı ve kurgusuyla, yolun ve yoldaşlığın rızasıyla, içine kapanan şarkısıyla şaşırtıcı bir zemin sunuyor okura. Mekân, hafıza ve hatırlama ilişkisi üzerinden Dersim’in yakın dönem kıyım-kırım tarihine, devletle hesaplaşmasına, terteleyi ve onun sonraki kuşaklar üstündeki etkilerini, belleğindeki belirli zaman aralıklarına sızarak anlatıyor. İlk baskısı Fam Yayınları’nca basılan; bir aktarım ve ahde vefa olarak da ifadelendirebileceğimiz bu kitap Sidar Yayınları tarafından temmuz 2024’te 2. baskı olarak yayımlandı. Kitabın yazarı Hasan Ağırdağ’la konuştuk.
Ne dersin Rabat için? Kitap rüyalar aracılığıyla biçim buluyor, yer yer gerçek ile gerçeküstü hal iç içe geçiyor. “Tüm göçüp gitmiş kuşakların oluşturduğu gelenek, yaşayanların beyinlerine bir kâbus gibi çöker”, diye yazmıştı, Marx. Bu durumun bizim gibi kıyım yaşamışlarla bir ilişkisi var elbette. Rabat, özellikle sonlara doğru böyle sarsıcı bir hal alıyor. Nasıl başladı bu? “Tarihin hata yaptığı” dediğin şey ne?
Rüya ikinci bir hayattır, der Nerval. Kitabın rüyalar aracılığıyla biçim bulmasının temel nedeni bence ‘ses’in insan üzerindeki etkisidir. Yaşadığımız coğrafyada yazıya geçiş tarihimiz yarım yüz yılı geçmemesi beni sese yönlendirdi. İşte orada Adına Tarih dediğimiz soyut kavram bana göre hafızadan başka bir şey değildir. Hafıza dönem dönem kesintiye uğrar ama duyduğunuz bir cümlenin ağırlığı sizi tekrar sese yönlendirir. Tarihin hata yaptığı dediğim şey de hafızanın bir yerde kesintiye uğradığı o derin boşluktur. Ses ise o derin boşluğun yarattığı uçurumun dibinde bekleyen yetim bir çocuktur. Annesiz ve babasız büyüyen çocukların çocukları ve torunları olarak dünyanın birçok ülkesine dağılmamıza rağmen bir ezginin etrafında aynı reflekse toplanabiliyoruz. Bu da ses ya da sözün ne denli önemli olduğunu ve senin Marx’tan verdiğin örneğin mesela, bunun ne kadar doğru olduğunu ispatlıyor. Toplumun büyük bir çoğunluğu psikolojik açıdan kırımın yarattığı tramvayı üstünden atmış değil.
Hikâyeniz, hatırladığınız yerden başlıyor, diyorsun. Senin hikâyen hatırlamaya nereden başlıyor? Bunu özellikle merak ediyoruz çünkü Rabat’ın bir başka önemi varsa o da, bir yerde hepimizin içinde olan o konuşma/anlatma halini bir ayna gibi içimize yansıtmasıdır, diye düşünüyoruz. Ne dersin?
Benim hikâyem babamdan önce başlıyor. Henüz bir ya da iki yaşındayken katledilen yüzlerce insanın arasında kurşunların es geçtiği, süngülerin çıkardığı sesin, kulağının dibinde hissettiği çocuk, yani babam, bir suskunluk abidesine dönüşmüştü. Büyürken duyduklarını da asla bizimle paylaşmazdı. Babamın suskunluğudur beni yollara düşüren. Çünkü kitaptaki Alibeg karakteri dedemden başkası değildi; onun babası ve hatta dedesine gidip soluklandığımda anlamıştım, hikâyemin babamdan önce başladığını. Çünkü babamın hafızası kesintiye uğramıştı, anne-baba ve kardeşleri ölmüştü. İşte o uçurumun dibindeki annesini bekleyen ses babamdı. Babamın yerine cümle kurmak ağırlığını ben aldım. Cümle kapalı bir parantez içinde duruyordu; o parantezi kaldırdığımda cümle akıp gitti. O zaman diyor işte insan: hikâyeniz hatırladığınız yerden başlar.
Elimizdeki kitap, bir gece yarısı yazıları sanıyorum. Bunun diasporada yaşamakla bir ilişkisi var mı senin açından? Nasıl bir şey şu diaspora dediğimiz şey ve tabi sürgünlük?
Kurallar silsilesine dönüşmüş hayatın dışında yaşamayı benimsemem de sanırım Paris’te. Ve orada yaşamanın büyük bir katkısı var. Diasporanın çemberinin dışına kendinizi atıp, yüzünüzü bu toplumun acılarına çevirmeniz pek mümkün olmaz sanırım. Sürgünlük ise bende farklı şekilleniyor. Dersim’den ötesi bende gurbet olarak kaldı. Bunun kesinlikle genlerime işlenmiş kırım döneminin yarattığı travmadan kaynaklı olduğunu biliyorum. Gece yarısına gelince… Evet günün yorgunluğunu üstünden atmaya çalışan kentte, Rodin’in heykelleri dibinde, ya da Sein Nehri’nin kıyısında oturup hikâyelerini deştiğim doğrudur. Orada kendimde yakın hissettiğim cümleleri heybeme toplayıp, evime dönüp yazmam su götürmez bir gerçektir.
Kitabın hemen girişinde, varılan bir menzilden bahsediyorsun. Hayatın böyle bir menzili var mı sahiden? İçine doğduğun toprakların inanç dünyası bunu nasıl yorumlardı sence?
Hayatta olmamız tamamen bir tesadüf silsilesi. Bu kadar karmaşığın içinde hayatın size dayattığı kurallara yanlış adım ile başlarsanız, ömürce sizi takip eden bir kâbusa dönüşür. Menzilinizi yanlış dağa kurarsanız hedefiniz asla doğru olmaz. İçinde doğduğum toprakların inanç dünyası benim kimyamı oluşturur. Ay, güneş, toprak ve su. Bu dört elemente inanan topluluğun dışına kendinizi atarsanız ciddi sorunlarla karşı karşıya gelirsiniz. Bunun örneklerine yaşadığım Avrupa’da rastladım. Yani bu kimyanın dışına çıktığımda menzil hedefsiz karavanadan başka bir şey ifade etmez.
Kitap, belirli zaman geçişleriyle ilerliyor. Üç zaman, üç kuşak ve üç hikâye dilimi var aslında. Derken, Hüseyin Ayrılmaz ve Emirali Yağan ile sohbetler bölümünde ise günümüze iniyor anlatı. Emirali Yağan’ın 38 Tertelesi’ni konu aldığı Beyaz Dağ’da Bir Gün adlı kitabından çok sarsıcı şu bölümü almışsın: “Ablamın ağırlığı üzerime bindi. Ağırlığının altından kurtulmak yerine tırnaklarımla toprağı kazıyor, yerin dibine girmeye çabalıyordum. Üzerime ablamın ılık kanı boşalıyor…” Hayatta kalmak için toprağın altına girmeye çalışmak… Bunun üzerimizdeki etkisi için ne dersin?
“Beyaz Dağ’da Bir Gün” adlı kitabın yazarı Emirali Yağan benim hem kuzenim hem de hocamdır. Romanımın Beyaz Dağ’da Bir Gün’ün etrafında dolanması tesadüfi değildir. Orada ulaşamadığım seslere rastlamam beni alabora etmişti. Bunun yanında Mehmet Çetin, Hüseyin Ayrılmaz, Cemal Taş’ın araştırmaları yazım dilimin üzerinde epey bir payı vardır. Unutmadan şunu da belirtmem gerekir ki, Hüseyin Arslan benim dağınık kelimelerimi toplamakla yükümlüydü, onu epey yorduğumu arada bir telefonu yüzüme kapatmakla kanıtlıyordu. Yaşama tutunmak için toprağın altına girmek isteyen o gencecik kız da benim köylümdür. Benim hikâyem orada, o toprağın altında can bulur. Üç kuşak ve bu üç kuşağın zamanla hem benzeştiğini, hem de ayrıştığını görürsünüz. Babam hiç görmediği babasına hiç benzemiyordu mesela. Kelebek yavrusuna şefkatle bakan babamı, silahşor dedeme ne kadar benzetebilirim ki. Bu koşulların sizi şekillendirmesinden kaynaklıdır.
“Zamanı biraz ileri alsaydık hayallerimiz olmazdı, geri alsaydık anılarımız yok olacaktı.” Bu çok çarpıcı geldi bize ve tabii kitaptaki aşk hikâyesinin anlatıldığı trajik haller de öyle. Yani köyü yıkıma götüren o trajik son.. Anlatıcının da aslında böyle trajik durumu var…
Ömrümüz sınırlıdır. Öleceği günü ve zamanı kişinin kendisi seçmiyor, tıpkı doğduğu coğrafya ve yılı seçme hakkının olmadığı gibi. Kitabın arka kapağına yaslanan cümleler aslında tam da sorduğun sorunun karşılığıdır. ’Kuantuma göre kopuş yada ayrılış yoktur. Her şeyin özü atom ve atom altı dünyada gizlidir. Bu gizemin beni kesinlik olmayan bir bütüne savurduğunu anlıyorum. Yüreğimdeki tellere dokunan bir müdahale, geçmişe yapılan müdahalenin bir parçası olduğu gibi. Çıtayı çok yükseklere taşıyan aşklar yaşanmıştır bu coğrafyada. Bu durum felaketlerle sonuçlanmıştır. Benim de böyle bir döngünün içine girmem, terk edilmiş bir kedi yavrusu gibi zaman zaman boşluğa bakmam olduğu bir süreçten geçtim. Çok sonra anladım ki aşk, bıçak sırtına dayanmış muazzam bir gölgenin arada güneş aldığı bir aydınlıkmış. Zamanı illeri alsaydık o tutunduğum aşk dalına yazık olacaktı, geri alsaydım o olmayacaktı.
Seyyah ve Robert’in birbirini anlama ve duyma hali nedir? “Acı, acıyı tanıyor bir yerden” diye yazmıştı Mehmet Çetin. Bir de Alihaydar’ın Marsilya yolculuğu, oradaki hayatı ve önceline karşı duyduğu aidiyet bağı var. M. Çetin’in, dediği şey böyle bir şey mi?
Seyyah Dersim’de soykırıma uğramış bir coğrafyanın çocuğudur. Paris’teki en yakın arkadaşı Robert de Yahudi bir ailenin çocuğudur. Hiç farkına varmadan yollarının kesişmesi ve ilerleyen zaman içinde birbirilerinin yaralarına bakmaları romandaki kurgu değil gerçektir. Acı, acıyı oradan tanıyor evet. Ama Robert aydınlığa kavuşmuşken, Seyyah, cılız bir ışıktır. Çünkü Hüseyin Ayrılmaz’ın dediği gibi, acılarıyla hala yüzleşememiştir.
“Ey dağların ve tepelerin tanrısı Arni, yurt ve toprak tanrısı Ebani, suların ve denizlerin tanrısı Suinini” diye bir Mezopotamya duası okuyor Sose. Böylesi kadim dualara sadece rüyalar mı çağırıyor bizi artık? Nil, bu rüyaları için şimdi ne derdi acaba bilmiyorum ama sen ne dersin?
Nil gerçek ve bana göre olağanüstü bir karakterdir. Bu romanın hikâyesini Nil’in rüyasından geçirip, ona çektirdiğim acılar için kendisinden özür dilerim. Beni bağışlar mı bilmem. Ömürce gönüllü bir hayranı kalacağıma dair ona tarihi bir yük yükledim. Ama Sose’in yani Nil’in babaannesinin diline sürdüğüm duayı, hafızanın ve sesin önemini vurgulamak için kurguladım. Sürgünde yaşayan Hasan Sağlam ile bir sohbetimizde bana şöyle demişti. ’Amcam her sabah kalkıp Munzur Dağları’na bakıp ‘Ya Seydu Seyduna’ diye dua ediyordu. Hasan Sabbah’ın hayatını didik didik ettiğim zamanlarda o ses gelip yanı başımda durdu. Benzer sesleri benim de duyduğumu anımsadım. Nil rüyaları için ne der bende bilmiyorum ama, Sose’de bir Clara Zetkin bakışı vardı, bunu çok net anımsıyorum.
“Ayın, dağların eteklerine sığınmış kavminin tanrısı olduğunu” söylemişsin. Dağ halkı diyorsun romanında, kavmin için. Kavmin, yani o dağ halkı için ne dersin? Ya da ay hala o ay mı? Kavramlar da anlamını yitirebiliyor zamanla…
Güneş ışığının ilk gördüğü taşı öpenlerin bir duası vardı; önce komşularına, sonra börtü böceğe ve ondan sonra çocuklarının rızkını isteyen bir topluluğa aidim ben. Eğer zamanı biraz geri alırsak görülür ki, Alevilerin yaşadığı coğrafya hep dağlara yaslanır. Bu onların hayatta kalama güdülerinden kaynaklanıyor. Kavramlar zamanla anlamını yitirebilir ama ay ve güneş anlamını yitirdiğinde zaten hayat denilen kavram da yok olacaktır. Kim bilir belki Nil’in dediği gibi, Hiç’lik orada somutlaşacaktır.