Kırlangıç gibiydi, durmuyordu çenesi. Arkadaşlarıyla birlikte kurduğu komün evini terk etmiş, büyük işçi mahallesini ikiye bölen beton köprünün altına sığınmıştı. Üst üste serdiği mukavvaların üzerindeki pasaklı battaniyelere dayamıştı yaşamını. Bakışlarımı bakışlarına yedirerek, ara vermeksizin konuşuyordu.
“Onlarla birlikte kalamazdım. Çok et yiyorlardı. Bir tanesi, hayvanların husyesini ve beynini yiyordu. Yaşamı kurtarabilir miydi? Komünarlığa hiç yakışmıyordu bu. Çok tartışıyorduk. Birbirimizi ikna edemeyince, konuşmamı kulaklarıyla değil, külahlarıyla dinliyorlardı. Hepsi, işçi sınıfından umudunu kesmişti. Ben, zamansız ve mekansız yaşarım ama umutsuz yaşayamam. Onlar, umutsuz yaşıyorlardı. Kapitalist egemenlik aygıtlarının, dipten tepeye doğru, kitlesel bir depremle yıkılacağına artık inanmıyorlardı. Komün cumhuriyetinin, yıkıcılar tarafından inşası konusunda görüş beyan ettiğimde gülüyorlardı. Kafayı yediğime yoruyorlardı bunu. Devrim ruhu bitmişti o evde. Kurdukları ortak yaşamın adı sadece komündü.”
Çok konuşmaktan olsa gerek, sesi çökmüştü. 74 yıllık yaşamının 48 yılı, işçi sorunları ve mücadeleleriyle geçmişti. Sakalında siyah telcikler yaşamında ise kira ve borç makbuzları yoktu artık. Sabrı, suyunu çekmiş, şarabı çoğalmıştı. Çorap ve don giymiyordu. Sırtında kanarya rengi bir gömlek, kıçında pasaklı bir kot vardı. Yiyecek torbası, küçük el arabası, kitapları ve iki battaniyesi… Perişanlık içindeydi. Dereden geçen zehirli suyla, beyaz papağanlar, kangurular ve ala kargalarla baş başaydı. Altına sığındığı köprü, araba ve TIR sürüsünün uğultusuna teslim olmuştu. Acıdım. ‘Bu adam burada ölür,’ diye iç geçirdim.
“Bu yaşta, burada yaşaman zor, Martin,” dedim.
“Hiç de zor değil. Burada zihinsel dinginliğime kavuştum. Kira ve borç makbuzlarından, bankalardan, reklamlardan kurtuldum.11 aydır hayvanlarla beraber yaşıyorum. Ben onlara ekmek veriyorum, onlar da bana şarkı söylüyorlar. Buraya iyi bak.” Yandaki büyük taşın, sidikli dibini gösterdi işaret parmağıyla. “Cüzdanımı, pasaportumu yaktım burada. Artık sadece dünyanın değil, evrenin vatandaşıyım. Düşüncelerim ve bütün organlarım özgürdür.”
“Tartışmasanız, o komün evi senin için daha rahat değil miydi?.”
“Değildi. Tartışmadan yaşayamazdım onlarla. Hasarlı teorilere sarılıyor, aygıtı, tepeden tabana doğru kuruyorlardı. Kurdukları da ne? Merkezi, militer, bürokratik bir devrim devleti. Modern tiranlık. Tüm devlet görevlerini komünlere devretmeyen bir devrimin canı cehenneme. Kendinizi aldatmayın, dedim. Halkın genel silahlanmasına ve doğrudan seferberliğine dayanmayan bir komün cumhuriyeti yoksa, ben yokum; devlet ile devletsizlik arasının bir geçiş devleti yoksa, devletsiz bir devlet yoksa, ben yokum.”
Gerçekten de yoktu artık. Çalışan yığınlardan kopmuş, bitip tükenmez tartışmalarla parçalanıp küçülmüşlerdi. Köprünün altında, tek başına yok haline geldiğinin farkında değildi. Aygıttan söz ediyordu sık sık, ama kendi aygıtını iki bacak üzerinde güçlükle taşıyordu.
“Teoride yeni bir şey söylediğini sanmıyorum,” dedim. Kısa bir sessizlik oldu. Bana saldıracağını sanırken,
“Doğrudur,” dedi. “Benim yaptığım, benden öncekilerin komünü tecrübesinden doğan, ama teorilerinde hakim hale gelmeyen bir görüşün hakim hale getirilmesinden ibarettir. Hayvan beyni yiyen beyinsiz, beni anarşizme kaymakla suçladı. Kaysam n’olur, kaymasam n’olur. Anarşizmle aramdaki temel farklılıkları kavramak istemedi hiçbiri.”
“Ama biraz, yaklaşmışsın anarşizme,” dedim.
“Hayır,” diye itiraz etti. Güçlükle kalktı, birkaç sarsak adım attı, durdu, şorul şorul işedi. Çenesine hakim olamıyordu. “Ben, en başta, lağvedilen aygıtın yerine neyin konulacağı konusunda Anarşizmle aynı görüşte değilim,” dedi. “Sağır mısınız? Ben, merkezi ordusu ve güçlü bürokrasisi olmayan bir komün cumhuriyetinden söz ediyorum. Komünlerin ortak sorunlarını tartışan ve komünler arasında koordineyi sağlayan, dengesizliği kaldırmaya hizmet eden, bir komün cumhuriyeti parlamentosundan söz ediyorum, devlete benzemeyen bir geçiş devletinden söz ediyorum. Geri zekalı mısınız? Neden anlamak istemiyorsunuz? Anarşistlerle beni ayıran çizgi net değil mi?”
Sağ yanımızda, bize bakarak, narin narin öten alakargaya kaydı dikkatim. Duyguların çırpınışına gelmiş gibi bir hali vardı. Derenin öte yanında, köprünün toprakla birleştiği yerde, birkaç evsiz daha vardı.
“Anarşistler, örgütün, hiyerarşinin her türüne karşı çıkıyorlar. Ben öyle miyim? Onlar, biçimi ne olursa olsun devletin olmadığı bir sistemden söz ediyorlar. Sözünü ettikleri komünün bir örgüt olmadığını iddia ediyorlar. Anarşistlerin kafaları, devrimden sonra nasıl bir sistem kurulacağı konusunda net değil. Benimki nettir.”
Torbasından bir parça ekmek alıp, alakargaya attı.
“Kaldı ki ben, anarşistleri severim. Komün cumhuriyetine gidiş biçiminin şiddetsiz olmayacağı noktasında anarşistlerle hemfikirim. Ben tayfacı değilim. Ned Kelly gibi, tek kişilik örgütüm. Evrensel bir düzlemde kalmaya çalışıyorum. Başkanım yoktur. Sürekli dünyaya baktığımı sanıyorlar. Bakışımı dünyaya değil ötelere uzatıyorum. Dünya, içinde kalıyor bakışımın minnacık bir nesne gibi, daha bir anlam kazanıyor.”
“Tip olarak Ned Kelly’ye değil, Bakunin’e benziyorsun.”
“Bu benzetmenden gurur duyarım. Bakunin, güçlükleri hırs ve zekayla aşan biriydi. Sık sık işemediği için sidik torbası büyümüş, çürümüştü. Ben öyle değilim. Göğün altında, hayvanlardan utanmadan, özgürce işiyorum. İşerken de şartlara bağlı olarak ortaya çıkabilecek örgüt, mücadele ve özellikle şiddet biçimleri üzerinde düşünüyorum. Dar mahfil suikastlerine, komplolara karşıyım. Kitlenin gücüne güveniyorum. Sanıldığı gibi aşırı örgütçü de değilim. Komün cumhuriyetinin kuruluşuyla birlikte, komünler hariç, tüm örgütlerin kayıtsız şartsız lağvedilmesini savunuyorum.”
Torbasından bir parça ekmek çıkarıp bana uzattı. Teşekkür ettim, almadım. Ekmeği, kapağını açtığı şişeye, bira mayasından yapılmış ‘vegimete’a daldırıp, ağzına attı. Sakalı ırgalanmaya başladı çiğnerken.
“Devrim patladığında ekmeğin kaynağına, kırlara gideceğim. Tüm toprakların, komün mülkiyeti haline getirilmesi hareketinde yer alacağım.”
“Devrimin o zaman yakında patlayacağını düşünüyorsundur,” dedim.
“Dünyanın bir an önce yıkılmaya, kollektifleştirilmeye ihtiyacı var. Bakunin, kırlarda geniş köylü yığınlarının ayaklanmasına dayanan bir devrim düşüncesinden hareket ediyordu. Büyük toprakların ‘kosulsuz olarak küçük köylülere devredilmesini savunuyordu. Ben, buna karşıyım, Kollektifleştirmekten yanayım. Bu köprünün altında yaşamamın nedeni de budur. Bütün hayvanlar bunu istiyor. Bakunin, toprak dağıtımıyla, bireyi, “kendi mülkünün yegane garantoru durumuna” getirmekten söz ediyor. Bu bana göre değil. Hiçbir hayvan, mülkiyetten yana değil. Bakuninle ortak noktam, içkiye düşkünlüğüm ve eski devletin tasfiyesidir.”
“Devlet yıkmayı çok kolay bir iş sanıyorsun.”
“Görünürdeki devleti yıkmak, çok zor değildir,” dedi. “Asıl zor olan, tarih, ahlak, hiyerarşi, dil, kültür, gelenek, yaşam değeleri ve tarzı gibi binbir bağla, halkın bilincine, ruhuna, inancına ve yaşamına köklenen devleti yıkmaktır; tüm haşmetiyle yaşayan görünmez sivil devleti yıkmaktır. Bu en güçlü devlettir. Nefret ediyorum bu devletten. Anarşistler dahil, kimse göremiyor bu sivil devleti. Ben, hayal ettiğim şeylerin içine girip, orda hayal kurunca, duyumsuyor, görüyorum. Hatta şuraya işerken bile duyumsuyor, görüyorum. Anarşistler için en büyük sorun, görünen, militer-bürokratik resmi devlettir. Bana göre ise, devrimin uzun vadede, asıl cebelleşmesi gereken sivil devlettir; devletlerin ana rahmidir bu. Beni asıl meşgul eden budur; ekonomik, politik, sosyal, kültürel, inançsal vb yönleriyle, görünmeyen, bu sivil devlettir.”
Karanlık çöküyor. Ayrılmadan önce, ihtiyaçlarını soruyorum, yok diyor. İhtiyacı olduğunda bana telefon etmesi için telefon numaramı vermek istiyorum, ‘telefon kullanmam, ben bir papağanım,’ diyor. Tokalaşıp, patikaya doğru inişe geçiyorum. Konuşmasını sürdürüyor. Sonsuzluk aleminin organik dokusunda, sonsuz sayıda devrimin patladığından söz ediyor.