”Beni Oğlumdan Önce Asın”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

İnsan ölür amma uruhu ölmez

Bunca mahlukat var heç biri gülmez

Cehennem azabı zordur çekilmez

Azap çeken hayvanları gördün mü

Neşet Ertaş dinlerken bir dizesi saatlerce düşünmeme neden oldu. Yeniden, yeniden dinledim. Düşündüm ve tekrar dinledim. Nedense bu ezgi ve sözleri beni Dersim’e götürüyordu. Son zamanlarda ne okusam, ne dinlesem sürekli ağlıyorum zaten. Hayır, yaşlılıktan değil. İnsan olmaktan kaynaklı bir duygu yoğunluğu bu. Sözler şöyle: “İnsan ölür amma uruhu ölmez/

Bunca mahlukat var heç biri gülmez.” Ne etkileyici bir dize. Otur üstünde saatlerce düşün. Belki de ozan keyifli bir anında yazmıştır. Kim bilir! Benim yüklediğim anlamdan daha farklıdır, bilemiyorum. Peki, bende neden böyle bir etkileşim yaratıyor, Dersim ile ne ilgisi var bu dizelerin? Neden beni sürekli oraya götürüyordu her dinlediğimde?

Bize göre, yani Dersimlilere göre, içlerinde hiçbir zaman iyileşmeyen, kapanmayan açık bir yaradır Dersim. İç derken, en çok acıyan, acıtan ve sürekli kanayan yerlerinden söz ediyorum. Ciğerlerinden, kalplerinden… En önemlisi de ruhlarından. Bir insanın ruhu acıyla sarmaş dolaşsa, kuşaklar boyu dinmeyen bir sızıdan söz etmek mümkün. İşte türküdeki ortak duygularımız bunlardı. Beni içine alması, sarıp sarmalamasının nedeni buydu. “İnsan ölür amma uruhu ölmez.” Sadece insanın mı? Bombalanan dağların, kan akan suların, açlıktan kırılan hayvanların, yakılan ağaçların, yerle bir edilen damların ve ille de kapıların, ille de eşiklerin… Kuşaklar boyu taşınan, coğrafyanın her haliyle ruhuna sinmiş bir zulümden ve onun bıraktığı yaradan söz ediyorum. Türkü de bu yaranın sızısından söz ediyor.

Bizim yaşlılarımız anlatırken cigeram diye başlarlar sözlerine. Ciğer… İçlerindeki en sıcak, en taşıyıcı, en korunaklı yerdir ciğerleri. O nedenle cigeram derler. Yaranın en büyüğünü aldıkları yerleridir ciğerleri. Hem bir sıcaklığı hem de bir acıyı taşırlar orada. “Hangi birini anlatayım cigeram…” İçlerinde dinmeyen ve ölmeyen o ruh acısını bırakırlar dinleyene. Dinleyen bir diğerine… Bir diğeri bir diğerine… Uzayıp gider yüzyıllık kahır.

Kahır nedir burada, insanı kahreden nedir? Bunca mahlûkat varken ve azap denen bir şey varken, neden hayvanlaşan yüreklerin azabından söz edilmez? Ozan ne denli içten konuşuyor. “Azap çeken hayvanları gördün mü?” Gelip vicdana dayanıyor dize. Vicdanların kuruduğu yangın günleridir bizim ruhumuzdaki dinmeyen sızı.Yapılan onca şey, onca kötülük ruhumuzla yüzyıllık bir gezintiye çıkıyor. Çocuklarımızla, onların çocuklarıyla… Sonra, “ne var ki, o günlerde olmuş bir yanlışı neden bu kadar büyütüyorsunuz” cümlesiyle haklı olduklarına inanıyorlar. Bu sözlerle ruh daha çok kanıyor. Çünkü bir ses kuşaktan kuşağa taşınıyor ve kalıcılaşıyorsa, burada öfke ya da başka bir şey değil, büyük bir travmayı aramak gerekmez mi? İnsanların davranış biçimleri, içgüdüsel tepkileri sosyolojik olarak bir nedene dayanır ve o neden ruh üstünden yoluna devam eder. Ses nedir? “Beni oğlumdan önce asın” diyen bir sestir. Ses nedir? “Ne zaman saçlarımı tarasam ablam aklıma gelir” diyen sestir. Ses nedir? “Sanki şu an bağırıyormuş gibi hala kulaklarımda sesi” diyen sestir. Ses nedir? Sessizliğe sığınıp, gözyaşlarına karışan ve oradan damla damla düştüğü yerde derin yaralar bırakandır.

14 Haziran 2019 tarihli Duvar Gazetesi’nde bir haber gördüm. 1976-1983 yılları arasında askeri diktatörlük tarafından anne ve babası kaybedilen, kendisi o zaman iki yaşındayken bir aileye evlatlık verilen 42 yaşındaki adamın biyolojik ailesine kavuştuğunun haberiydi bu. Arjantin’in Cumartesi Anneleri olarak bilinen Plaza de Mayo anneleri sayesinde olmuştu bu kavuşma. Okuduğum andan itibaren tüylerim diken diken oldu. Gözyaşlarıma gizlediğim bütün acılarım çalışma masama döküldü.  Kulaklarımızda çınlayan seslerden biriydi bu ses. “Kız kardeşimi de bulacağım diyordu.”  “Kimliğimi geri almam benim için, anne-babama hürmet göstermek anlamına geliyor” diyordu.  Dünyanın her yerinde zulüm aynı sesle çınlıyor, aynı sesle ortaklaşıyordu ne yazık ki.

Aslında Dersimli Sivil Toplum Örgütleri’ne düşen, büyük bir kampanyayla evlatlık edinilen çocukların akıbetini araştırmak ve bulmaktır. Çünkü kimliklerini geri almaları anne ve babalarına hürmetin bir parçasıdır. Çünkü bir dönemin mahkûm edilmesidir tanıkların huzurunda. Çünkü hafızanın yeniden yeniden kendine gelmesi olacaktır bu buluşma.

Bir türküden, bir türkünün dizelerinden, kuşaklar boyu taşınan acıların unutulmamasına kadar gelindi. Ruha taşınan acılar benzer halleriyle buluştuğunda tekrarlanıyordu.  Bir kuşaktan bir kuşağa aktarılması için travmanın ruha yerleşmesi yeterliydi. Belki bunu sonlandıracak biricik şey, insanların ruhuna samimi bir özrü bırakmak olacaktır. Gerisi bir yas acısı olarak devam edecektir artık. Bir mum yakma ritüeline dönecektir.Vicdan ve aklın buluştuğu samimi bir özür, kalıcı olan çok şey sağlayacaktır. Gerisi gösteriş ve göz boyama olarak kuşakların vicdanında milim yer bulmayacak ve her sabah uyandıklarında çimenler üstündeki o gözyaşlarıyla karşılaşmaya devam edeceklerdir.

ÖZGÜN E. BULUT

”Beni Oğlumdan Önce Asın”
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA