“Bu yolun vicdanlı bir talibi; “muhammed’i, ali’yi, ehlibeyit’i sevmekle müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir!”

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Söyleşi

İsmet Yüce & Erdoğan Yalgın

Mezopotamya tarihi kapsamında, Alevilik üzerine araştırmalarıyla tanınan Erdoğan Yalgın ile sizler için bir söyleşi yaptık. Yalgın’ın son çalışması “Yol Bir Sürek Réya/ Raa Heqi İnancı-Kürt Aleviliği 1” adıyla çıktı. Bu çalışmada Yalgın; özellikle Kürt Aleviler tarafından Yolun nasıl yaşandığına ilişkin kavramsal düzeyde geniş bir alanı gün ışığına çıkarmış. Aslında Alevilerin bir el kitabı olabilecek nitelikte hazırlanan bu çalışmayla “eğitici-öğretici bir misyonu yerine getirmiş”, diyebiliriz! Bu çalışma, unutulmaya yüz tutmuş, asimilasyonun pençesinde yaşatılmaya çalışılan inancın, dil-tarih ve coğrafyaya ait derinlikli köklerini açığa çıkaran bir ön söz niteliğini taşımakta. Bütün çalışmalarını takip etmeye çalıştığım Araştırmacı Yazar Erdoğan Yalgın’a merak ettiklerimi, sizler için sordum! İyi okumalar!

Yüce:Konuyu, son kitabınızı ve genel anlamda çalışmalarınızı daha iyi anlayabilmek için Sizinle bir sohbet gerçekleştirelim dedik! Öncelikle olması gerektiği, tarihsel zorunluluğu bilindiği halde, uzak durulan “Kürd Aleviliği” üzerine kitabınızında adı ve temel konusu olması itibarı ile biraz belirleme-tanımlama-açıklama yapabilir misiniz? Neden Kürt Aleviliği?

Yalgın: Öncelikle çalışmalarımı-kitabımı incelediğiniz ve benimle bu muhabbeti yapmaya “zaman” ayrıdığınız için teşekkür ederim. Çünkü “Zaman; dem, deman, dem u dewran“ deyip geçmeyin! Zira zaman olgusu, hele bu iletişim çağımızda daha da bir anlam ve önem arz etmektedir. Bundan da öte inancımızda zaman gerçekliği-olgusu, varlığın-varoluşun başlangıcını teşkil etmektedir. Bütün antik felsefeciler ve bizim filozoflarımız zaman olgusunu çok iyi kavramış ve insanlık tarihinde zamanın ruhuna uygun düşünceler üretmişlerdir. Hiç şüphe yok ki; Alevi felsefesinin temel kuramlarının ilk başlangıcını “zaman” oluşturur. Lakin “Zamansız, mekansız ve sıfatsız olan hiç bir şeyin bu yolda hükmü yoktur!“ Yani “mekansız ve sıfatsız” olan hiç bir şey zamana-gerçekliğe sığmaz! Bu başlıngıç kuram, bilimsel ve bir o kadar da inancın hakikatine uygundur. Öyle ya “zamansız, mekansız ve sıfatsız” hiç bir şey akli değildir! Akli-bilimsel olmayan hiç bir şey, bu inanşta kendisine yer edinmemiştir.

Meselâ 14. yüzyıllarda Nesimi “Can ile hem cihan benem, dehrile hem zamanbenem, Gör bulatifeyikibendehr ü zamana sığmazam.“tanımıyla, kendisinin; yani İnsanın; Cihana, geçmişvegelecekolanzamanasığamayacağından söz eder. YineyakınzamanımızınfilozoflarındanGüfraniBabanındediğigibi; “Katreidimummanlarakarıştım, Kaç bulandım kaç duruldum kim bilir?” devriyesindeki dizeler, zamanın ruhuna etki eder. İşte bütün bu kuramsal verilerin en tepe noktasında ise inancın mistik aktarımı; bu inancın ve inananlarının “zamanla“ olan içsel bağını açığa çıkarır. Peki neydi o mitik aktarım?  “Yer-gök yok iken“ Zaman, Zaman içindebir top nur varidi! İşte OlKal u Belâ’daisebizvaridik! Zaman içinde yerile gök ayrıldı. O Kal u Belâki; zamanın eveli (öncesi), nuruaxıri (en sonrası-geleceği) idi. Kavramsal manada dile getirilen Kal u Belâ; ön süzzamanın ta kendisiydi. Ol dem de sırrımız aşikar olunca, Ol nur topunda bil cümle alem meydana geldi.  Aslında meydana gelen Hak’dı. Yani Hakkıntecellisi, yani İnsandı, Can’dı! İşte bu felsefik sürek, asırlar boyu dilden dile anlatıla gelmiş ve bizler bunu yazdıkça da bu süreç, böyle gider.

“Kâl u Béla: “Önsüzzamanaişareteder! Varlığın-kainatınveiçindekitüm makro-mikro zerelerinvarlıkbaşlangıcını” ifadeeder“

Yüce:Buraya kadar inancın temel felsefik yapısından kısaca sözettiniz. Bilindiği gibi 1990 yıllarına kadar bırakın “Kürd Aleviliğini”, genel anlamda “Alevilik üzerine yazılanlar dahi sınırlı idi. Cumhuriyet’ten sonra bu tarihe kadar yok babında bir şeydi, bu yazın-düşün kuraklığını neye bağlıyorsunuz?

Yalgın: Bildiğiniz gibi genel bir söylemdir. “Alevilerin yazılı tarihleri yoktur. Aleviler inançlarını yazmamışlar!” Kısmen doğrudur! Ama neye göre bu kanıya varıyoruz? Diğer semitik dinlerin sınırsız yazılı külliyatları üzerinde bazı okumalar yapıyoruz da bu sonuca varıyoruz! Yani inancımızı diğer semitik dinlerle bir karşılaştırmaya-mukayeseye tabii tutuyoruz! Dikkat edecek olursanız, burada da çoğu zaman farkına varmadan aslında diğer semitik dinlerden ayrı olduğumuzun altını çiziyoruz! Fakat, burada bir gizlilik ortaya çıkıyor, O da, İnancımızın diğer semitik-kitabi dinlerden ayrı olduğudur! Burası çok önemlidir.

Evet, Onların devletleşen erkleriyle cizye-vergi toplayarak vücuda getirdikleri üniversiteleri, ilahiyat fakülteleri ve araştırma-labaratuvarları vesaireleri var. Doğrudur! Alevilerin yok! Neden? Çünkü Aleviler bu dinlerin hükümlerine uymuyor da ondan! Kendine özgü yaşadıkları inançları, bu dinlerin içinden çıkmamış da ondan! Ama unutmamak gerekiyor ki bütün bu varlarını Onlar; savaşarak, kılıç zoruyla yayılarak hayata geçirmişlerdir. Bir başka dine, inanca hayat hakkı tanımama adına, zorla yayılarak geliştirdikleri bu kendine özgü, (-tırnak içerisinde söylüyorum!) elde ettikleri bu değerleri katlayarak tabiki büyütmüşlerdir. Kaldı ki; bütün yazılı kaynaklarını, ellerindeki ilahi kelamlarına-kutsal kitaplarına dayandırarak elde ettiler. Bu da yaratılmış doğal bir sonuçtur!

Aleviler zulüm görmüş, fakat hiç bir dinin-inancın mensubuna asla zulm etmemişlerdir!

Oysa doğayla içiçe, sözlü gelenek içerisinde yaşayarak geliştirdikleri erkânlarıyla Aleviler; Ortadoğunun göbeğinde bunca zulme karşı, kendilerini varetmeleri başlıbaşına bir değerdir. Hem kaldıki kendi inançları için hiç bir dinin, inancın mensubuna değil katliam, zorlama babında bile olsa Onları, kendi inançlarına çekme eğilimi dahi göstermemişlerdir. Neden? Çünkü insana olan saygıları, herşeyin üstündedir. Bundan daha iyisi olabilirmi? Zira bir insana kıymak, içindeki Hakkı-Tanrıyı yoketmektir, vicdansız kalmak demektir. Bu da çok ağır bir suçtur! Düşkünlüktür! İnancın felsefesi bunu rededer!Yeri gelmişken hatırlatalım; felsefe, bir sevgi arayışıdır! Sevgi, ayırımsız bütün canlılar içindir! İnancımızın mayası buradan demlenmiştir!

Bütün bunlar bir yana; Ocaklara ait, sınırlı da olsa yazılı kronikleri (şecere, berat, içlas belgeleri, ferman, menakıbnameler, nefesler vs.) saymazsak, evet Alevilerin tarihsel yazılı kaynakları yoktur. Bunu da iki şıkta ele  alabiliriz. Bir: Vardı! Eğemen din devletleri tarafından bunlar yok edildi. İki: Hiç yoktu çünkü, sürekli baskısını hissettikleri özellikle İslam devletlerinin-topluluklarının var olduğu bu topraklarda kendilerini-inançlarını yazacak cesaretleri yoktu!

Ne yazabilirlerdi ki? Yani “biz Yahudi, Hrıstiyan, Müslüman değiliz! Bizim inancımız, insanı-doğayı önceleyen, kendine özgü bir inançtır. Bizim inancımız; Mezopotamya’da evrilerek yaşatılan  Arya Uygarlığına ait Aryenik-Anaç bir inançtır, bir yaşam felsefesidir. İnancımız, doğa-pagan merkezli bir yaşam tarzıdır. İnancımzıın temelinde İnsan, insanın özünde ise doğuran, büyüten, öğreten ve yaşama hazırlayan Kadın Ana vardır! İnancımız, kılıç’a, kana, gaspa, ganimete karşıdır! benzeri temel doktrinleri dile getirebilirler miydi? Peki bunları yazamadıktan sonra neleri yazabilirlerdi ki?

“Hakkı yazan, hakkikati söyleyen İnanç filozoflarımız “dinsiz- sapkın” suçlamalarıyla hep katledilmişlerdir!”

Bakın tarihteki 10.11. yüzyıllardaki bir Bâtıni ekol olan “Karmatilere-İhvan-u Safa” yani “arınmış kardeşler topluluğuna”  önderliklerine ve bunların ortaya koydukları yazılı risalelere! Bunların hiç biri; Abbasi halifelerinin ve bunlara bağlı başta Fatımilerin (-ki Fatımiler İmam Ali’nin eşi Fatıma’dan adını alır-gelir)ve diğer benzeri askeri yapıların hışmından kurtulamamışlardır. Bunların yazdıkları başlarına adeta bela olmuştur. Yine bakın Mansur’a, Nesimi’ye, Sühreverdi’ye, Babailere, Şeyh Bedreddin’e, Pir Sultan’a, Hamdullah Çelebi’ye, Seyyid Rıza’ya, Alişer Efendi’ye, İbrahim Kaypakkaya’ya, Pir Mazlum Doğan’a ve diğer filozoflarımızın yazdıklarına, söylediklerine…! Bütün resmi İslami erkeler karşısında bu filozoflarımız hunharça katledilmişler, zindanlara atılmış, türlü işkencelere tabî tutulmuşlardır. Neden? Yazdıkları, söyledikleri ve ahlaki duruşları başlarına hep bela olmuştur!İşin esası; Hakkı yazan, hakkikati söyleyen İnanç filozoflarımız “dinsiz- sapkın” suçlamalarıyla hep katledilmişlerdir!

Özellikle 90’lı yıllarda bir ivme kazanan Alevi örğütlülüğü, gelinen bu aşamada  nasıl ki ciddi bir kan kaybını yaşamakta ise sıranın, Alevi televizyon kanallarına geldiğini söyleyebiliriz!

Yüce:Yine yetersiz de olan 1990 denemelerine dönersek, bu çalışmaları Aleviliği tanımlama ve geleceğe aktarmada yeterli buluyor musunuz?

Yalgın: Alevilik tarihi ve felsefi alanında yürütülen yazılı araştırmalar elbette çok yetersiz!  Nitelikli çalışmalar bir yana, var olan çalışmaların çoğu güncel siyasi-politik, konulara ilişkin tartışmalar! Araştırma alanında ise gayri ciddi, niteliksiz, hep bir birini tekrarlayan-kopyalayan hatta asimilasyoncu bir sürece hizmet eden çalışmalardır! Son yıllarda gelişen iletişim ağı ile sosyal medyada yürütülen kirli bilgiler almış başını gidiyor. Alevi kimlikli açılan televizyon kanallarında yapılan programlar ve tartışmaların; aslında Alevi inancına, mensuplarına pek de fayda sağladığı söylenemez! Bu kanalları yönetenler; İnanca ve bu inancın değerlerine siyasi-politik gözlüklerle bakmakta Bazılarını tenzih ederek söylüyorum; Mevcut ezberin devamcısı niteliğinde, sadece  kendilerini, hasbel-kader elde ettikleri  sözüm ona- kariyerlerini yaşatma çabası içindeler! Alevi Televizyon kanallarında bilerek yada bilmeyerek daha çok asimilasyoncu bir dil anlayışı ve tekçi-paralel bir çizgi yürütülmekte. Hal böyle olunca, bu tür programlar, televizyon kanalları da maalesef izleyicinin dikkatini çekmemekte. Meselâ geçmiş yıllarda, sanırım 2015 yılındaydı. Dersim’de yapılan bir alan araştırmasında, izlenilen televizyon kanalları arasında Alevi televizyon kanallarının adı bile geçmemişti. Bu durum, televizyon kanalları ve yöneticileri için çok üzücü bir handikap olsa gerek! Özellikle 90’lı yıllarda bir ivme kazanan Alevi örğütlülüğü, gelinen bu aşamada  nasıl ki ciddi bir kan kaybını yaşamakta ise sıranın, Alevi televizyon kanallarına geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz! Alevi örgütlülüğünün içine düştüğü daralmanın en büyük nedeni, mevcut Vakıf, Dernek, Cemevleri ve benzeri  yapıların birer eğitim-öğretim merkezlerine dönüştürülmemeleridir. Alevi televizyon kanallarının izlenmemesinin nedeni ise 21. yüzyılımızın bu iletişim çağımızda mâlesef, Orta çağın argümanlarıyla haraket etmelerinden kaynaklanmaktadır.

Rızalık temelinde toplumsal katmanları birarada tutan filozoflarımız yani Réberler, Pirler, Mürşidler bu derneksel yapılarda “Dede” sıfatına indirgendi.

Bazı  resmi-gayri resmi çevreler tarafından Merkezi Ocak sistemi ve Pir-Talip ilişkileri işte bu tür örğütsel yapılar vasıtasıyla bilerek başkalaşım süreçine sokuldu. Yol’un asıl dizgelerinden vazgeçildi. Arkaik bir kominal toplum yapısı olan Ocaklarımız, unutularak bunların yerine “Dernekler” geçti. Rızalık temelinde toplumsal katmanları bi rarada tutan filozoflarımız yani Réberler, Pirler, Mürşidler bu derneksel yapılarda “Dede” sıfatına indirgendi. Ocaxzâdelerin Anaları, Pirlerin yoldaşları, Yolun Kadın Anaları sadece bu derneklerin mutfaklarında hizmete verildi. Ocak evliyalarımızın isimlerinin başına “Seyyid” kavramları eklendi, sonuçta dualarla anılan bu evliyalarımızın adları dahi unutturuldu. İnancımızın tartışmasız tek ilahi gücü olan “Xızır” unutuldu, yerine farklı tarihsel kişilikler birer“ilâh” olarak ikâme edildi! İnancımzıın bütün tarihsel, felsefi, kültürel antik değerleri “yok sayılarak” sadece “Hak-Muhammed-Ali, Ehlibeyit, Kerbela-İmam Hüseyin ve benzeri” ezbersel doğmalarlatoplum mühendisliği yapılmaya çalışıldı. Ve sonuçta geldiğimiz nokta ortada!

İşin esası; içler acısı bir durumla karşı karşıya olduğumuzu halen bile kitlesel olarak anlamış değiliz! Oysa Kadın Anayı önceleyen inancımız, değişime açık olduğu halde, hızla değişen bu dünyamızda inatla Ortadoğunun bataklığına çekilmekte, başka dinlerin birer mezhebi, meşrebi, tarikatı yapılmaya çalışılmakta! İşte bu yanlış gidişata, bir de televizyon kanallarımız bilerek-bilmeyerek büyük katkılar sunmakta! Bütün bunlar bir yana; bu inancın kökleri, Mezopotamyanın verimli topraklarında Dicle-Fırat sularıyla filizlenmiş, boyatmış, kutsal güneşimizle bütün dünyaya ışınlarını yaymıştır. İnancımız ve toplumsal etik değerleri, içerden ve dışarıdan yapılan bütün saldırıları bertaraf edecek bir olgunlukta ve güçtedir.Hurefaların ve günümüzde nakışlı dillerle ezberletilen masalların değil, Bilimin peşinde, sürekli bir hakikatın arayışında başı dik yürüyen ahlaki değerlere önem veren gençlerimiz var oldukça, bu inanç heryerde ve her koşulda yaşayacak ve yaşatılacaktır.

“Üzerinde konuştuğumuz  bir inançdır! İlahi ve kitabi bir din değil!”

Yüce:Sistemin asimile ve kökünden koparma uğraşlarına iyi bir cevap olan bu çalışmanız ile birlikte bazı çevrelerin Aleviliği farklı tanımlama çabaları hakkında ne düşünüyorsunuz?

Yalgın: Yazılı kaynaklarda ve sözlü tartışmalarda-sohbetlerde her Alevinin ve hatta Müslümanın kendine özgü bir Alevi-inanç tanımı var. Dolayısıyla onlarca tanımsal verilerle karşılaşmak mümkün! Aslında bu sanıldığı gibi o kadar da yanlış  bir şey değildir. Çünkü üzerinde konuştuğumuz bir inançdır! İlahi-kitabi bir din değil! Bakınız dikkatinizi çekiyorum. Bu bir inanç! İlahi ve kitabi bir din değil! Bu inancın mensupları arasında farklılıklarıyla birlikte Kürtler, Türkmenler, Araplar, Balkan halkları vs. mevcut. Hal böyle olunca da; bu farklı coğrafyalarda ve değişik zaman dilimlerinde, savaş alanlarında gel-gitleri yaşayan halkların inanca ilişkin okumaları, yaşam tarzları da değişimler gösteriyor. Buna iç dinamiklerin sosyo-kültürel haraketliliği de diyebiliriz! İşte bu yüzden Yolun önderleri-filozofları tarafından ”Yol bir sürek binbir! El ele el hakka!” kuramları geliştirilmiş. Nitekim, bu doğa inancının tek tipe-paralel bir boyutta duraganlaşması sözkonusu olamaz! Olmamalıda! Fakat inancın bazı temel felsefi yapıları var ki; işte bunların bozulmaması, bu kendine özgü değerlerin iyi korunması gerekmektedir. Zira ortada bir inanç kalmaz ve başkalaşır. Bilmeliyizki bu inancın başkalaşması Ortadoğuda ve hatta Dünyada, insanlık tarihi açısında  büyük bir kayıptır.

“İnsan, İnsan içinde özellikle var eden Kadın Ana merkezli bu inancımız, bir doğa inancıdır.”

Sevgili dostum, bu inanç; dünün çocuğu değil, bir Mezopotamya yaratmasıdır. Mezopotamya’da çağlar içinde kendisini geliştirerek günümüze kadar gelmiş antik değerleri taşıyan bir inançtır. İnsan, İnsan içinde özellikle vareden Kadın Ana merkezli bu inancımız, bir doğa inancıdır. Yani özcesi; İnsan ile doğa arasındaki ilişkileri, zamanın ruhuna göre yeniden-sürekli dizayn etmiş, bütün canlıların varlık nedenini bilince çıkarmış, yolun Réberleriyle günümüze taşınmış bir değerler manzumesidir. İnancımızın Réberleri-filozofları; inancımızı, zamanın ruhuna, mekanın sıfatına göre sürekli güncellemişler. Bu güncelleme, hiç şüphe yok ki; İnsan-doğa eksenli hümanist bir felsefik yapı içerisinde tamamlanmıştır.

“Bu yolun vicdanlı bir talibi; “Muhammed’i, Ali’yi, Ehlibeyit’i sevmekle Müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir!”

Alevilik inancı hiç bir dinin içinden çıkmamıştır! Hiç bir dinin mezhebi-tarikatı-meşrebi değildir! Hiç bir dinin karşıtı olmadığı gibi, Dâimi’nin dizeleriyle;  “Tevrat’ı yazabilirim, İncil’i dizebilirim, Kuran’ı sezebilirim, Madem ki ben bir İNSANIM!” demiştir. Bu yolun vicdanlı bir talibi; “Muhammed’i, Ali’yi, Ehlibeyit’i sevmekle Müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir! Müslüman; Kur’an’a teslim olmakla olunur! Hani sürekli deriz ya, Alevilik bir hakikat arayışıdır! Eyvallah# doğrudur! O zamam hakikati dile getirmekten geri durmamalıyız! Bu Ortadoğu coğrafyasında çok zorlu tarihsel süreçlerde geçen Alevi toplumu, bütün kutsal kitaplara saygılıdır ve fakat bunlara teslim olmamıştır. Kendi antik değerlerini, inançlarını, hayatları pahasına hep korumuş ve yaşatmışlardır! Bu yönüyle Alevilik, bir hakikat arayışıdır. Hakikatte ise Alevilik, kendine özgü bir İnanç sistemidir. İşte sadece bir önsöz olması babında, bu son çalışmamızda işlediğimiz konulara bakıldığında, bu inancın hiç bir kitabi dinle alakasının olmadığını ve hatta hatta kitabi dinlerde bu inancın ne kadar “haykırı”  bazılarına göre-eskinin tabiriyle“sapkın” olduğu anlaşılacaktır. Oysa bu inanç ne haykırı ve nedeki sapkındır! Zira bu paradoks durum, yaşayan inancımız karşısında yaşamın-doğanın  gerçekliğine zaten terstir.

İşte ben bu son çalışmamda, Yol’un bilerek yada bilmeyerek unutulan, günümüzde hiç üzerinde durulmayan arkaplanını yazmaya çalıştım. Yol’un tarihsel süreçler içinde kendilerine verilen toplumsal adlandırmalarına temas ettim. Yol’un erkânlarına ait felsefesini, kavramsal dilini, coğrafyasını yazdım. Niyazını-lokmasını, kutsal Ocaklarını anlattım. Newroz’unu, Gaxand’ını, Heftemal’ını hatırlattım. İnancın temel öğelerinden olan Ana’yı ve doğurdukları Ocaxzâdelerini yazdım. Cem-i Civatını, Semah-ı Pervazını, Tarik’ini çözümlemeye çalıştım. Talibini, Réberini, Pirini, Mürşidini, Dervéşini, Müsahibini yorumladım. Xızır’ını, Filozoflarını, Dar’ını, kutsal ziyaret kültlerini yazdım. Şuan burada dile getiremeyeceğim daha bir çok artı değerlerini kaleme almaya-anlatmaya ve hatırlatmaya çalıştım. Bu araştırma kitabımı; okuyan-inceleyen dostlarım, kendi kendilerine; ”ha bak, işte bunu ben de biliyorum. Ben de bunları yaşadım. Bunları Annem, Dedem de bana anlatmıştı “ diyecekleri bir el kitabı niteliğinde hazırladım. Tüm okurlarıma, dostlarıma bilinçli okumalar diliyorum!

Yüce: Hocam, zamanınızı bize ayırdğınız için çok teşekkür ederim! Sağ olun! Başarılarınızın devamını diliyorum.

Yalgın: Sevgili dostum, ben de sizin şahsınızda tüm okurlarımıza, dostlarımıza teşekkürlerimi bir borç bilirim. Memnun oldum! Sağ olun!

 

“Bu yolun vicdanlı bir talibi; “muhammed’i, ali’yi, ehlibeyit’i sevmekle müslüman olunamayacağını” çok iyi bilir!”
Giriş Yap

Dersim Gazetesi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin
BEDA